2019’dan 2010’a not: Aşağıdaki, somut bir örnekten yola çıkarak yazdığım yazının üzerinden koskoca dokuz sene geçmiş. Aradan geçen yıllar içinde daha fazla “profesyonel” gazeteci işinden kovulup ya da istifa etmek zorunda kalıp internet mecrasına geçti.

Bir zamanlar dutluk olan bu bahçeler, kimi zehir kimi panzehir, envai çeşit bitki ile doldu.

Hepsinin dilinde aynı türkü; hepsi kıymetlerinin bilinmediğinden, haberlerinin yerleşik medyada kaynak gösterilmeden kullanıldığından şikayetçi. Şimdi tutup da birisi “Ama sen de aynı şeyi yapıyordun eski işindeyken.” dese, biraz utanıp, hafif de olsa pişmanlık duyarlar mı dersiniz? Hiç sanmam.

Bir de, sadece yerleşik medyada değil, internet medyasında da on yıl öncesine kıyasla çok daha derin ve keskin bir kutuplaşma var. Artık, eskisi kadar “sizin mahalle” – “bizim mahalle” demeye bile gerek görmüyor kimse.

Herkes mahallesini biliyor ve bulunduğu yerden karşı mahalleye, kâh kaya parçaları kâh çakıl taşları kâh çamur atıp duruyor. Dolayısıyla edilen “sitemler” de kendi mahallelerine yönelik oluyor.

Çünkü başka mahalleler yok hükmünde. Sitem etmeye bile değmezler.

Diğer mahalleler, sadece sövülmek için varlar. İş övmeye gelince kendi dar mahallesinden başkasını görmez oluyor gözler.

İşin özü, herkes kendisini “aydınlık” gördüğü için karşısındakine kendi ışığını açığa çıkaran “karanlık” muamelesi yapıyor.

Hani “Karda leke var, bende yok.” derler ya, işte öyle bir ruh hâli içindeler sanırım.

Ha, şu da var: Karşı mahalleden çok tanınmış bir kişi, iyi veya kötü çok “işe yarayan” bir söz söylemişse o zaman o öne çıkarılabilir. Buradaki kıstas, o kişinin ünlü ve etkin, yani “işe yarar” olması.

Gelelim on yıl öncesine:

08 MART 2010- Medya, Saldıray Berk ve Başsavcı  İlhan Cihaner’in sanık olduğu Erzincan’daki Ergenekon soruşturmasında  ‘’’Munzur” kod adlı gizli tanığın Radikal gazetesinden bir muhabirle buluşturulmasının belgesi olan resimlerle çalkalandı.

Bu resimleri ortaya çıkaran www.sonsayfa.com idi. Bu haber göz ardı edilemezdi elbette. Edilmedi de nitekim… Ama haberin kaynağı, yani o resimleri yayınlayan internet sitesi rahatlıkla gözardı edilebilirdi. Ve edildi de nitekim.

İnternet medyasında görev yapan emekçiler olarak bu durumlara alışığız aslında.  Fazla da aldırmayız. Hangi birine aldıracağız, hangisiyle başa çıkacağız ki… Bırakırız dağınık kalsın.

Haberlerimiz geniş ekonomik imkanlara ve kadrolara sahip yayın organları tarafından alınarak kendi haberleriymiş gibi verilir; köşelerimizde yazdığımız fikirlerimiz (binlerce dolara yazarlık yapan) anlı şanlı yazarların köşesinden ilk defa kendileri tarafından gündeme getiriliyor gibi sunulur.

Çünkü:İnternet medyası emekçileri Türk medyasının zencileridir.  Medyatik kast sisteminde aşağının en aşağısında yer alırlar.

Onların emekleri kuma yazılan yazılar gibidir.

Sanki herkesin gönlünce alıp, değiştirerek kendisine mal edebileceği anonim halk türküleridir internet medyasındaki yazılar ve haberler.

Ama yeter artık yahu! Utanın biraz. Arlanın.

Yazı, her ortamda ‘’yazı’’ değil midir? Haber, her yerde ‘’haber’’ değil midir?

Emek her yerde ‘’emek’’ değil midir?.

İnternet yazarları örneğin, medya sitelerinde dahi köşe yazarları kategorisine girmez. Ne kadar ilginç değil mi? Sanki yazı sadece kağıda geçince ‘’yazı’’ olur. Yazar da yazıları kağıda basılmışsa ”yazar” dır.

Sanki İnternet medyasına yazdığınızda farklı bir iş yapıyorsunuz.

Fikirler ancak kağıt üzerinde ise kayda değer olur sanki.

Bu çağda bu kafa. Maşallah doğrusu.

Sorsanız bu ayıplı  zihniyete sahip olanların hepsi de teknolojiye ayak uydurmuşlardır.

Hatta o kadar uyum içindedirler ki twitter ortamındaki abuk sabuk sayıklamalar hatta dedikodular dahi onlar için herhangi bir internet sitesindeki ‘’kaliteli’’ bir makaleden daha önemli, daha söz edilmeye ve üzerinde fikir yürütmeye değerdir.

***

Bu bir sızlanma yazısı  değildir ey okuyucu!

Bir ‘’öfke’’ yazısıdır.

Bu ayıbı işleyenler belki biraz utanırlar ve belki biraz kendilerini sorgularlar diye kaleme alınmıştır.

Birinin bunu yapması, isyan etmesi gerekiyordu artık. Ve bu işe en uygun olan isimlerden biri de bendim galiba.

Çünkü: Yıllardır, internet medyasında oldukça istikrarlı bir biçimde gecesini gündüzüne katarak çalışan bir emekçiyim ben.

Emeğin karşılığının kimi zemin ve zamanda hiç, kiminde ise sembolik olarak alındığı, maddi değil manevi kazanımlara odaklı bir emekçilik türü bu.

Önemli olan içinizden taşan cümleleri ifade etmektir sizin için; bilgi ve deneyimlerinizi okuyucularla paylaşabilmek, bir nebze de olsa hakikate hizmet edebilmek en büyük kazanımınızdır.

Ama emek ve değer verdiğiniz işinize karşı bu kadar yaygın bir hakkaniyetsiz tutumla karşılaşınca içiniz acıyor ister istemez.

Lensleri gözlerine yapışana kadar bilgisayar başında kalan İnternet medyası emekçilerinin, mesela editörlerin, mesela teknikerlerin hali geliyor gözlerinizin önüne, isyan ediyorsunuz.

Bu yazıya vesile olan isyanımın nedeni, yazının başında belirttiğim gibi www.sonsayfa.com sitesine karşı yapılan yok sayma operasyonu.

Tüm medyayı ayağa kaldıran bir haber yapıyorlar ve isimlerinden bile bahsedilmiyor.

Üstelik, herkese ahlak ve etik dersleri veren Taraf gazetesi bile aynı tavır içine giriyor; girebiliyor. ‘’Gizli tanığın muhabirle buluşma anının fotoğrafları da bir internet sayfası tarafından yayımlandı.’’ diyor; diyebiliyor.  O zaman da bardak taşıyor haliyle.

(Alper Görmüş’ün bu durumdan haberi olduğunu hiç sanmıyorum. Umarım bu yazıyı görür de o internet sayfasının bir adı olduğunu çalışma arkadaşlarına hatırlatıp kıyıda köşede küçük bir notla da olsa telafi ettirir bu büyük ayıbı.)

Bu arada Zaman yazarı  Nedim Hazar gibi ‘’Nitekim Son Sayfa isimli internet sitesinde yayınlanan fotoğraflar, meselenin dehşetini ortaya seriverdi.’’ diyerek hiçbir komplekse kapılmadan (neden kapılsın ki) haber kaynağını belirten yazarların da diğerlerine örnek olmasını dileyelim.

***

Özellikle ve önemle belirtirim ki: Beni bu isyana sürükleyen ”Dilek Yaraş’ın değerinin bilinmemesi” değil. Çünkü, internet medyasının en çok okunan; yazıları isim verilerek alıntılanan ve tanınan, çeşitli medya ortamlarında görüşlerine başvurulan yazarlarından biriyim. Dolayısıyla, kendi adıma sızlanacak bir durumum yok.  
Ayrıca, 1984 yılından beri, ”herşeye rağmen ve inadına’’ gazetecilik yapmayı seçmiş biri için ”sızlanmak” komik ve ayıp olur. Öyle bir durum olsaydı bu yazıyı da yazamazdım zaten. Çünkü, nefsim işin içine karışmış olurdu ve ben de  çoğu internet yazarı gibi ”Aman yanlış anlamasınlar!” diye susmak zorunda kalırdım.

Önceki İçerikDoğan Medya’nın Tekzibine Tekzibimdir
Sonraki İçerikBir Yanım Gezide Bir Yanım Evde
Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümü mezunu. Gazeteciliğe 1987 yılında Karacan yayınlarında stajyer muhabir olarak başladı. İlk haber ve söyleşileri, Kadın, Sanat Olayı, Kapital gibi dergilerde yayımlandı. Hiçbir zaman kopamadığı çocukluk hayali olan gazeteciliğe, 90’lı yıllarda ikamet ettiği İsveç’te Türkçe ve İsveççe haber-söyleşi ve köşe yazılarıyla devam etti. 1998 yılında, bir yandan İsveç'teki Türkçe konuşan göçmenlere yönelik haber-söyleşi dergisi Prizma'yı çıkarırken bir yandan da Dördüncü Kuvvet Medya sitesinde İsveç ve Türkiye gündemi ile ilgili yazılar yazmaya başladı. Prizma dergisi, 2000 yılında, Mısır, İran ve Suriyeli gazetecilerle yaptığı işbirliği sonucu Türkçe-Arapça ve Farsça olmak üzere üç dilde çıkmaya başladı. İlk kitabı, Dorothe Simon ile birlikte yazdığı “Lagom Svenskt” 2000 yılında İsveç’te; ikinci kitabı “Kır Zincirlerini Mavi Marmara” ise 2011 yılında Türkiye’de yayımlandı. Şu sıralar, elindeki yarım kitap projelerini bitirme ve eski çalışmalarını dijital ortama taşıma telaşında.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz