Haziran 2013: Gezi olaylarının başından sonuna kadar neredeyse her gün ve her gece Gezi Parkı ve Taksim’deydim. Olaylar sürerken sıcağı sıcağına yüzlerce kişiyle konuşup gözlemler yaptım ve hem kitlenin, hem de kendimin ruh hâlini anlamaya çalıştım. Çok ağır, çok yorucu, insanı allak bullak eden bir süreçti. Hâlâ da öyle.

Aslına bakarsanız, 30 Mayıs Perşembe günü, Gezi Parkı’ndaki ağaçlar için eylem yapan çevreci grubun çadırları yakılmasaydı, Çevik Kuvvet ekipleri eylemcilere TOMA aracı ile tazyikli su sıkıp biber gazı bombaları atmasaydı, Taksim’de bir eylem olduğundan haberim bile olmayacaktı belki de.

Ama bu olayı duyunca “Bu kadar da olmaz artık” diyerek hem çevrecilere destek vermek, hem de durumu kendi gözlerimle görüp konuyla ilgili bir yazı hazırlamak niyetiyle gittim oraya.

Şimdi bana “Polisin eylemcilere biber gazı sıktığını ilk defa mı duydun? Onlar bunu hep yapıyorlar” diyebilirsiniz, doğrudur. Ama daha önceki olaylardaki biber gazı müdahalesi (medyadan öğrendiğimiz kadarıyla) eylemcilerle polis arasındaki çatışmalar sırasında gerçekleşiyordu. Bu olayda ise durum farklıydı.

Kolluk kuvvetleri, uyuyan insanlara müdahale ediyordu!

Her neyse, 30 Mayıs Perşembe gününün öğleden sonrası olay yerindeydim. Gezi Parkı’nı bu kadar kalabalık ilk defa görüyordum doğrusu. İstanbul, Gezi Parkı’na pikniğe gelmiş  gibiydi o gün.

Hani sevdiklerimizin kıymetini sağlıklı günlerinde bilmeyiz, onları alabildiğine ihmal ederiz de ölümcül bir hastalığa yakalandıklarında kaybetme korkusuyla kendimizi helak ederiz, ölmemeleri için canımızı bile vermeye razı oluruz ya, öyle bir şeydi hâlimiz.

Saatler ilerledikçe kalabalık artıyordu. Çoğunluğu gençlerden oluşmakla beraber her yaştan, her sınıftan insan vardı. Gençlerden bazıları top oynuyor, bazıları sohbet edip şarkılar söylüyor, bazıları da harıl harıl pankartlar hazırlıyordu. Bu durumdan yola çıkarak olayların bu noktalara varmasının eylemciler açısından çok da beklenen bir şey olmadığı tahmininde bulunmak çok yanlış olmaz herhalde.

SDP ve girişte masa kurup Gezi Parkı’nın “park” olarak kalması için imza toplayan Taksim Dayanışması’ndan başka bir örgüt çarpmadı gözüme. (Diğer örgüt ve partilerin varlık göstermesi, polisin meydanı eylemcilere terk etmesinden sonra başladı.) İşin en güzel yanı da sloganların sadece çevre ve doğa ile ilgili olmasıydı. Galiba bir tane de “AKP istifa” pankartı vardı. Ama çok azınlıkta kaldığı için pek ciddiye almadım. Diğerlerindeki sloganlarsa şunlardı:

“Saraylara savaş, kulübelere barış”

“Hiçbir şey sonsuz değildir, son sözü doğa söyler”

“Direniş de sermaye kadar küreseldir”

“Bu projeyi durdurabiliriz”

Bir ara yere serdikleri büyük beyaz bir beze slogan yazan  15-16   yaşlarındaki iki çocuğa “Aman dikkat edin! Bu sloganlarınızı siyasete dönüştürmeyin, örgütleri karıştırmayın işinize. Çünkü o zaman iş amacından sapar, başka yerlere kayar, kimse de sizi desteklemez” diye öneride bile bulundum. Eh, saflığımın da her durum ve ortamda kanıtlanması lazım ya, ben o lafları söyledikten beş-on dakika sonra, altında oturduğumuz ağaçlara önce pankart asıldı, ardından da tam tepemize kocaman harflerle SDP yazan bir flama. Heyhat, benim minik uyarım hatırlatma işlevi görmüştü.  Tabiî işin gerçeğini bilemiyorum, acaba ben mi hatırlatmıştım, yoksa ara sıra gelip gençlerin arasında dolaşan “orta yaşlı” ağabeyleri mi, o da ayrı mesele.

Çocukların Ağabeyleri

İki hafta sonra internette yayılan bir videoyu izlerken, o çocukları ve “ağabey” i polise taş ve molotof atan eylemciler olarak görür gibi oldum. (Benim konuştuğum çocukların videoda gördüklerim olupolmadığına tam emin olamıyorum. Ama “ağabey” için en fazla yüzde beşlik bir yanılma payı bırakabilirim.)

Haberlere göre, polislere molotof atarken belindeki tabancası da görünecek şekilde kameralara yakalanan “ağabey”in adı Ulaş Bayraktaroğlu’ydu ve olayların merkezinde olan Devrimci Karargâh Örgütü üyesiydi. Bazı haberlerde polisle işbirliği yapan bir provokatör olduğu iddiaları da yer alıyordu. Sonradan görüştüğüm eylemcilerden biri de bu iddiaların doğru olduğunu düşünüyor ve SDP’lilerin olayların başından beri bu tür eylemlerde bulunduklarını söylüyordu. Polisle işbirliği iddiasını neye dayandırdığını sorduğumda ise, “TOMA’ların onlara tazyiksiz su sıkması, molotof atması, cebindeki silah, hepsinin yüzünde yeni ve profesyonel gaz maskeleri olması…” diye sıraladıktan sonra şöyle devam etti sözlerine: “Taş, molotof, ne varsa hep bunların başının altından çıktı.O ana kadar polis ne yaparsa yapsın, hiç kimse molotof filan atmadı. Düşünsene, adamın elinde molotof patlıyor, sanki TOMA’daki polis arkadaşıymış gibi ‘Söndür!’diye işaret ediyor.”

Biliyorsunuz, olaylar orada kalmadı ve ertesi gün de (31Mayıs) devam etti, birçok ile yayıldı. Polis müdahalesinin en yoğun olduğu anlara bizzat tanık olamadım. Çünkü Haliç’teki Mavi Marmara şehitlerini anma törenine gitmeyi tercih etmiştim. Gece yarısına doğru eve döndüğümde ilk işim, Beyoğlu’nda yaşayan arkadaşlarımı aramak oldu. Polisin İstiklal Caddesi’ndeki kalabalığın üzerine çok fazla sayıda biber gazı bombası attığını, arka sokaklardaki evlerin dahi bu yoğun gaz dumanıyla dolduğunu anlattılar.

Olaylar Büyüyordu

31 Mayıs’ı Haziran’a bağlayan gecenin sabahında Boğaz Köprüsü’nü yürüyerek geçip Taksim’e gelmek isteyen çok sayıda insan, köprünün Beşiktaş çıkışında tazyikli su ve biber gazı müdahalesi ile karşılandı. Olaylar zamanla durulacağına, çığ gibi büyüyerek kontrolden çıkıyordu.

Tüm Türkiye ayaktaydı artık. Her yerde, hatta yurtdışında “Taksim’e destek” yürüyüşleri düzenleniyordu.

İçişleri Bakanı Muammer Güler, 1 Haziran tarihinde 48 ildeki 90’dan fazla eylemde 939 kişinin gözaltına alındığını ve 53’ü vatandaş, 26’sı polis olmak üzere toplam 79 kişinin yaralandığını açıklarken, Ankara Tabip Odası da sadece Ankara’daki eylemler sonucunda 15’i ağır olmak üzere 414 kişinin yaralandığını, bir kişinin ise beyin ölümünün gerçekleştiğini bildiriyordu.

Mazlum-Der’in raporuna göre Haziran ayının son haftasındaki durum şuydu: Biri polis olmak üzere beş kişi öldü, on iki kişi gözünü kaybetti, altmışı ağır olmak üzere yüzlerce kişi yaralandı ve yüzlerce kişi de gözaltına alındı.

“Canlara bu kadar zarar gelmişken eşyaya gelen zararın lafı olmaz” diyerek es geçiyorum…

Kitle Tepkisi

Kitleler için meselenin üç beş ağaç olmaktan çıkışının başlangıç tarihi 31 Mayıs’tı. Polisin yoğun kalabalıklara uyguladığı orantısız ve gereksiz şiddet, çok geniş bir kesimde tam anlamıyla infial oluşturdu. Bu durum, eylemin gerekçesinin -herkes tarafından kabul edilebilir- masum bir içeriğe sahip olmasından ve çevreye duyarlı barışçıl gençler tarafından sahiplenilmesinden kaynaklanıyordu.

31 Mayıs’taki şiddet ve öfke patlamasından sonra, sıcağı sıcağına şunları not almıştım:

Polis müdahalesinden sonra ortaya çıkan bu öfke patlamasını ve halkın yoğun tepkisini hiç düşünmeden ‘Cumhuriyet Mitingleri’ne bağlayanlar çok yanılıyorlar. Bu, daha doğal, daha sahici bir durum. Çünkü çok zorlu bir alacakaranlık kuşağından geçiyoruz. Ve bu süreçte, doğruların yanında çok yanlışlar da yapıldı. O yanlışlar, insanları belirsizlik ve güvensizlik duygularına sürükledi. Bu duyguları, kendi dışında olup biten her şeye karşı derin bir çaresizlik hissi takip etti. Çaresizlik hissinin ardından ise korku, panik ve öfkeye dönüştü. En sonunda da son olayların tetiklemesiyle patladı. Etki-tepki yasasıdır bu. Er veya geç yaşayacaktık bu durumu.

İnsanların duygu, düşünce ve tepkilerini göstermelerinin en temel demokratik hakları olduğunu unutmamak lazım. Birikmiş negatif enerjinin bir şekilde boşalması gerekiyordu. Dolayısıyla sağlıklı bir toplum için de bu hakkın ‘şiddetten uzak bir şekilde’ kullanılması şart. Diğer bir şart ise aşırı ve provokatif yorumlara itibar etmemek, dezenformasyonlar karşısında çok uyanık olmak ve en önemlisi de birbirimizi ‘düşman’ olarak görmekten vazgeçmek. Ha bir de herkesi bir kefede gören olumsuz genellemeler ve hakaretler içeren yorumlardan uzak durmak tabii ki.

Eğer herkes üzerine düşen sorumluluğu yerine getirirse ve gerçekleri (mümkün olduğunca objektif, sağduyulu ve kışkırtıcı söylemlerden kaçınarak) anlatırsa, şerden hayır çıkacağına ve bu süreçten gelişerek çıkacağımıza inanıyorum.”

Ayrışma

O günden bugüne yaşadığımız süreç, hiç de benim umut ettiğim iyimser tablo içinde gelişmedi. Gerilim sürekli tırmandı. Kutuplaşmalar, ayrışmalar iyice derinleşti.

Toplum, “muhalefet ve iktidar taraftarları” olarak ikiye bölündü.

Adlı adıyla söyleyecek olursak yeni bölünmenin adı: “Tayyipçiler ve Tayyipçi olmayanlar”.

Arada kalanları, tarafların  haklı ve haksız yanlarını görüp eleştirenleri her iki kesim de dışladı.

Safını belirleyeceksin ve siyahla beyazın dışında hiçbir rengi görmeden, diğer tarafın ne dediğini anlamaya bile çalışmadan hasmına (yani karşı tarafa) saldıracaksın.

Hakaretler, dezenformasyonlar, belaltı vuruşlar aldı başını gitti. İnsanlar, “Savaşta her yol mübah” diyordu ve düşman (!) cephesine karşı yekpare bir vücut olarak hücuma geçiyordu.

Sosyal medya Zehirlenmesi

Yapılan dezenformasyonların boyutunu, hayatın ne kadar zehirlendiğini ve kutuplaşmaların giderek nasıl tırmandığını en iyi sosyal medyada görebiliyordu insan. Olayların ilk günlerinde çektiğim fotoğrafları kısaca yorumlayarak facebook sayfamdan paylaşmıştım. Amacım, dörtte üçü AK Partili (çoğu da dergimizin yazarı ve okuyucusu) olan arkadaşlarıma parkın içindeki ve çevresindeki ortamı anlatmaktı.

Fotoğraf ve yorumlarla orada olan insan profilinin sadece marjinal ve yıkıcı gruplardan oluşmadığını göstermeye çalıştım. Böyle yaparak, kendisini “Gezi” eylemlerinin tam karşısında konumlayan arkadaşlarımın eyleme katılanlara ya da destekleyenlere karşı olan öfkelerini biraz olsun yatıştırabileceğimi ve ortak bir dil oluşturmak için bir çıkış yolu bulabileceğimizi umuyordum. Ama olmadı.Tam tersine yanlış anlayanlar oldu.

Hiçbir kışkırtıcı ifade ve bilgi paylaşmamama, her türlü şiddeti net ve kesin bir dille kınamama, vandalizmi asla hoş görmememe, her iki tarafın hassasiyetlerine azami oranda özen göstermeme rağmen, Gezi eylemcilerine destek vermekle “suçlandım”.

Gerçi Cumhurbaşkanı’ndan İçişleri Bakanı’na, demokratik yollarla yapılan eylemlere destek vermenin meşru bir hak olduğu ifade edilmişti ama zihinler bölünmüştü bir kere.

Dolayısıyla benim kin ve nefret duygularının oluşmasını bir nebze de olsa engelleyebilme umuduyla yaptığım paylaşımlar -bazı (sağcı) arkadaşlarım tarafından- adeta düşman saflarına geçmişim gibi algılandı.

Öte yandan işlerin çığrından çıkıp tehlikeli boyutlara varacağına dair endişelerimi paylaşmam nedeniyle de -diğer bazı (solcu) arkadaşlarım tarafından- Vali’nin basın sözcülüğünü yapmakla “suçlandım”.

Bazen özenmiyor da değildim onlara. “Onlara”, yani kafası bu kadar net olup da düşman bellediği karşı tarafa insaf, izan düşünmeden dalanlara.

Görüyordum ki hiçbirinde bendeki ruhsal karmaşa, derin üzüntü ve endişe hâli yoktu. Onlar için, endişelerinin üstesinden gelmenin yegane yolu -değdi-değmedi demeden- öfkeyle karşı tarafa çullanmaktı.

Karşı tarafın ne kadar fena olduğunu gösteren her bilgiyi çok kırıcı yorumlarla, hem de yalan-yanlış demeden paylaşıyorlardı. Çünkü “onlar” haklıydılar(!) ve bunu göstermeliydiler.

Bir yandan polisin devam eden müdahalelerinin, diğer yandan da bilgi kirliğininin ve insanların saldırgan üsluplarının sebep olduğu giderek yoğunlaşan öfkeyi gördükçe üzüntüden kendimi helak ediyordum.

Ruhum ikiye bölünmüş gibiydi. Yüzde ellisi Gezi’de, yüzde ellisi evdeydi. İkisini de zor tutuyordum. İkisi de alıp başını gitmek istiyordu.

Mavi Marmara Olayında da Böyleydik

İçine düştüğümüz bu zihinsel bölünme, pek çok açıdan Mavi Marmara olayından sonra yaşadıklarımızı hatırlatıyor bana. Hatırlarsınız, Mavi Marmara olayında, “mazlumlara yardım” gibi kutsal bir amaç için yola çıkan ve tüm dünyanın gözleri önünde hiç şüpheye yer bırakmayacak şekilde haksız ve hukuksuz şiddetle karşılaşıp katledilen insanlarımız hakkında “Orada ne işleri vardı?” şeklinde sorgulamalar yapılmıştı. Birçok kişi, MaviMarmara gemisinin Gazze’ye AK Parti tarafından bir seçim yatırımı olarak gönderildiğini iddia ediyor ve bu nedenle de dokuz şehidimizin sorumluluğunu İsrail’den çok Ak Parti’ye yüklüyordu.

İsrailli yetkililere ve İsrail’in yandaş basınına göreyse tek suçlu İsrail devletini provoke eden Mavi Marmara yolcularıydı. İsrailli askerler, kendileriyle cihat (!) etmek için yola çıkmış eylemcilerle mücadele (!) ederken kazara (!) can kaybına sebep olmuşlardı. (Bu son cümle, çok değil, iki ay önceki Jerusalem Post Gazetesi’nin ifadesidir! Ünlemler bana ait tabii ki.)

İşte buna benzer bir durum, şimdi de Gezi protestolarındaki “masum” insanların başına geldi. İşin içine karışan örgütlerin, lobilerin, darbecilerin ve partilerin varlığı ileri sürülerek protestocuları anlama çabasına girmektense, topyekûn savaşmayı tercih etti pek çok kişi.

Gezi eylemlerine (vandallara değil tabii ki) katılmayıp, sadece destek verenler bile zaman zaman teröre destek veriyormuş muamelesine maruz kaldılar. İki olay arasında nitelik ve nicelik olarak çok fark var tabii ki. Ama sonuç, yani toplumdaki bölünme ve kullanılan dil açısından çok benziyorlar bence.

Dün Mavi Marmara yolcuları bir kesim tarafından ötekileştirilip “Bunların eline güç geçse şeriatı getirip tepemize binerler” denerek dışlanmıştı, bugün de Gezi eylemcileri darbecilerle bir kefeye konularak ötekileştirilip “Bunların eline güç geçse tepemize binerler” denerek dışlanıyor.

Daha açık bir ifadeyle bugün Gezi Parkı eylemlerine destek veren insanların yüzde 90’ı, Mavi Marmara davasına karşı duyarsız kalmıştı.

Mavi Marmara Davası’nı sahiplenen insanların yüzde 90’ı da Gezi Parkı eylemcilerine karşı duyarsız. Örneğin, polisin sadece taş vs. atanlara karşı değil, alandaki ve sokaklardaki kalabalığa karşı da biber gazı kullandığını hatırlattığınızda, “Ne işleri vardı orada, gitmeselerdi!” deyiveriyorlar.

Olayın şokuyla sıcağı sıcağına sosyal medyada yaptığım yorumu görüyorsunuz. O gün, benim bu sert yorumumu yadırgayanlar, 15 Temmuz darbe kalkışmasından sonra, Sabah gazetesinde 8 Sütuna manşet “Gezi Parkı’nda Uyuyan Çevrecilere Saldıran Polisler FETÖ Çıktı” haberini okuyunca “Sen haklıymışsın.” dediler. (Haberin görseli arşivde bir yerde; bulunca eklerim. D.Y)

Yüz Yıllık Oyun

Tam bu noktada, “Gezi olaylarındaki lobilerin, dış mihrakların oyunlarını görmüyor musun?” dediğinizi duyar gibiyim. Görüyorum, hiç merak etmeyin. Ama o dış mihrakların, lobilerin yüz yılllık daha derin oyununu da görüyorum.

Mesele, lobilerin Gezi olaylarını karıştırarak Türkiye’ye darbe vurması kadar basit olsaydı, hiç bu kadar üzülmezdim. Bunun üstesinden gelebileceğimizi biliyorum çünkü. Fakat sorun çok daha köklü, çok daha derin ve büyük. “Asıl mücadelemiz, üzerimizde oynanan bu yüz yıllık oyunun üstesinden gelmek olmalı” diye düşünüyorum.

Bu oyun, en açık şekliyle yukarıda da anlatmaya çalıştığım gibi Mavi Marmara olayında çıkmıştı karşımıza.

Tek yürek olup, sen-ben, şucu-bucu ayrımı yapmadan, kenetlenmemiz gereken bir durumdu o. Olay ağırdı, ama sorunun cevabı çok basitti. Çünkü haklı ile haksız çok netti. Saf tutmak kolaydı. Başaramadık. Farkında olmadan bölündük.

Ben, kendi adıma başından beri Mavi Marmara’nın tarafındaydım ve hâlâ da orada duruyorum. Bir milim kıpırdamadım yerimden. Ama bu, Gezi parkı eylemcilerine cephe almamı gerektirmiyor. Tam tersine “Oradaki haksızlığa karşı durabildiysem, buradakine karşı da durabilmeliyim” diye düşünüyorum.

Ve şimdi… Kadere bakın ki Mavi Marmara’nın üçüncü yıldönümünde (31 Mayıs’ta) alevlenen Gezi Parkı olayları ile çok daha zor bir sınavdan geçiyoruz.

Bu oyunu bozabiliriz, eminim. Ama tabii ki kutuplaşmalara hizmet eden nefret diliyle ve birbirimizi düşman görerek değil.

Resmin bütününü görmemiz ve her ne tarafta olursak olalım, birbirimize karşı empati yapmamız, biraz “merhametli” ve “nazik” olmamız gerekiyor. Hepimiz bu toprakların evladıyız yahu! Gezidekiler de, evdekiler de bizim çocuklarımız. Daha ne diyeyim ki?

Not1: Bu yazı Haber Ajanda dergisi Temmuz sayısında yayımlanmıştır.

Not 2: O gün ne düşündüysem bugün de aynını düşünüyor ve aynı yerde duruyorum. Gelişmeler ne kadar haklı olduğumu gösterdi. Durduğum yerden çok eminim. Bir gün herkesin buraya geleceğinden de eminim. Tek dileğim, o gün geldiğinde iş işten geçmemiş olması.

2020’den 2013’e Bakmak

Sema ve ben.
Bu çadırlar, ertesi gün sabaha karşı, İstanbul Büyükşehir Belediyesine bağlı zabıta ekipleri tarafından yakıldı. 15 Temmuz’dan sonra bu “emir kulları”nın FETÖ örgütüne mensup olduklarını yazdı gazeteler.

Bknz: Gezi Parkı’ndaki çadırlar kendiliğinden yanmış
Her yaştan her kesimden insan oradaydı o gün. Protestodan çok, panayır havası vardı.
“Neden burdasınız?” dedim. “Burası, iş çıkışı eve giderken içinden geçtiğim, nefes aldığım yer.
Bu ağaçların yok olmasına göz yumamam. Bebeğim büyüyünce burada top oynayacak.” dedi
Rona bebeğin annesi.
Saray, derken, mecazi anlamda. Ankara’da bir sarayımız yoktu henüz.
Ağaçlar kesilmesin diye imza toplanıyordu. Biz de imzaladık tabii ki.
1 Haziran 2013

9 Şubat 2018 tarihli gazete haberi: FETÖ davasında, eski İstanbul Valisi Mutlu 3 yıl 1 ay 15 gün, eski İstanbul Emniyet Müdürü Çapkın 2 yıl 1 ay hapis cezasına çarptırıldı. Mutlu, tutuklu kaldığı süre göz önünde bulundurularak tahliye edildi.
Can kayıpları, ağır yaralanmalar, vandalizm olmasaydı, hayırlara vesile olsaydı
“Otoritelerle, dalga geçerek, esprili, gırgır şamata geçen bir süreçti” diyecektik
Gezi olayları için.
Protestolar, sloganlar, doğayı, çevreyi aşıp da zamanın Başbakanı’na yönelince işler iyice sarpa sardı.
Öfke öfkeyi, şiddet şiddeti doğurdu.

Gelişmeleri sosyal medyadan takip edenlere ortamı anlatma çabam, bir süre sonra, dezenformasyona ve kutuplaşmaya karşı yaptığım yıpratıcı bir mücadeleye dönüştü desem abartmış olmam. Aşağıdaki sosyal medya paylaşımlarım bu durumu yeterince anlatıyor sanırım.
Bu arada, çoğu paylaşımda (daha sonraki günlere ait görüntülere rağmen) 30 Mayıs yazıyor; herhalde sonradan eklerken tarih kısmını yanlış işaretledim, takmayın:)

Medyadaki ve sosyal iletişim kanallarındaki dezenformasyonu dert edinince böyle oluyor. Tüm ayrıntıları görmek imkansız elbette ama olabildiğince yakından takip edip, neler olup bittiğini anlamaya çalışmayı ve izlenimlerini aktarmayı görev ediniyorsun.
Çok ilginç günlerdi vesselam. Aynı polis, gün akşama dönünce meydanı dolduran insanlara biber gazı sıkacaktı belki de.
Zamanın Başbakanı, “Yüzde elliyi evde zor tutuyorum.” demişti. Aslında öyle bir enerji vardı ki, evde durmak imkansızdı. İki-üç saatlik uyku yetiyordu o günlerde. Sabah en geç 10’da sahaya çıkmış oluyordum.
Elimde kamera, kâh arkadaşlarımla, kâh tek başıma dolaşıyor-dolaşıyor, mümkün olduğunca çok kişiyle konuşup dertlerini dinliyordum. O zamanlar, telefonla canlı yayın imkanı yok muydu yoksa ben mi beceremiyordum hiç hatırlamıyorum. Şimdiki aklım ya da imkanım olsa, sürekli canlı yayın yapardım.
Bu Saadet Partili vatandaş, Gezi parkındaki en sempatik simalardan biriydi.
28 Şubat mahkumu (İBDA/C davası hükümlüsü) Salih Mirzabeyoğlu’nun hâlâ tutuklu olmasını protesto edenler de oradaydı.
(22 Temmuz 2014’te delil yetersizliğinden tahliye olan Mirzabeyoğlu, 16 Mayıs 2018’de vefat etti.)
Olayların başlamasıyla beraber her yer adım başı işportacı ile doldu. Bayrak, küçük küçük Atatürk heykelcikleri, biber gazına karşı, limon, ağız maskesi, Gezi’deki sloganların yazılı olduğu tişörtler.
O günlerde polis tarafından gözaltına alınma sebebi olan ağız maskelerinin, 7 yıl sonra, sokağa çıkan herkes için zorunlu olacağını söyleselerdi gülerdik herhalde.
Vali, durumu esprilerle, eylemcilerle sanal samimiyet kurtarmaya çalıştı ama bu ne Gezi’deki ölüm ve yaralanmaları engelleyebildi ne de kendisinin yıllar sonra FETÖ’den hapis cezası yemesini.

Bknz: Eski vali Mutlu’ya Gezi tweet’leri soruldu
Sorumsuz ve yalancı medyanın Gezi parkında sabahlayan gençlere attığı iftiraların bini bir paraydı.
Oysa ki hemen hemen herkes arkadaş grubuyla, akrabalarıyla, birçoğu da karısı-kocası, hatta çocuğu ile oradaydı. Aileler, çocuklarının kötü birşey yapacağından değil, polis şiddetinden zarar görmesinden endişeleniyorlardı. Ha, “O sağı solu, yakıp yıkanlar kimdi?” diyeceksiniz. Bilmiyorum. Ben burada, kendi gördüğüm, aralarında akrabalarımın, arkadaşlarımın olduğu binlerce, yüz binlerce sıradan vatandaşın hikâyesini anlatıyorum. Çünkü çoğunluk onlardan oluşuyordu. (Hatta bizzat tanıdığım iktidar partisinde yüksek mevkilerde bulunmuş insanların çocukları bile oradaydı. Aslında, tesadüfen tanıştığım, ülkücü camiaya yakın bir örgütle bağlantılı biriyle de ilginç bir söyleşi yapmıştım.Galiba o da Haber Ajanda’da yayımlandı. Bulunca eklerim onu da.)
O akşam, Taksim meydanındaki insanların polis helikopterine doğru “Atsana, atsana” diye bağırması sebepsiz değildi.
Kulaktan kulağa, Harbiye’de toplananların üzerine helikopterden biber gazı bombası atıldığı söylentisi yayılmıştı. Ne kadarı doğruydu bu bilginin bilmiyorduk ama o taraftan gelen yoğun biber gazı kokusu ve duman söylentinin doğru olduğunun kanıtı gibiydi. Ve Harbiye tarafından gelen helikopter bizim tepemizde alçaktan tur atıyordu. Ben de dahil, hiç kimse de korku yoktu.

Tuhaf bir cesaretti o. Oysa ki ölebilirdik -ki öldüler; ağır yaralanabilirdik -ki yaralandılar. İnsanların, kafası yarıldı, komaya girdiler. Gözleri çıktı, kör oldular… Mevzunun en can alıcı yanı, o meydanlarda çocuklar hatta birkaç aylık bebekler bile vardı.

Ben bu cesareti, o geceden 3 yıl önce Mavi Marmara yolcularından dinlemiştim. Helikopterdeki polislere seslenirken de “Demek böyle bir şeymiş.” diye düşündüm ve yanımdakilere, hiç silahları olmayan Mavi Marmara yolcularının gemilerine otomatik silahlarla, gaz bombalarıyla saldıran tam teçhizatlı İsrail askerlerine karşı verdikleri mücadeleyi anlattım.

Hayat ne garip değil mi? Mavi Marmara katliamından sonra, gemide mürettebattan birinin 3 yaşındaki çocuğunun bulunmasını “Küçücük çocuğun o gemide ne İşi vardı, bu ne sorumsuzluktur.” diye kıyasıya eleştiren, gemideki yardım gönüllüleri için “Ne işleri vardı o gemide? İsrail’in ‘Gelmeyin’ dediğini bilmiyorlar mıydı? Gitmeselerdi!” diyen bir çok kişi, Gezi olaylarındaki küçücük bebekleri ve çocukları ile gelen ailelere, “Polisin her an gaz bombası atma riskinin bulunduğu ortamda küçücük çocukların, bebeklerin ne işi var?” demiyorlardı. Gençleri de “Devlet ‘Gelmeyin’, dedi. Ne işiniz vardı orada?” diye parmak sallamıyorlardı. Tam tersine alkışlıyorlardı.

Bu sefer de Mavi Marmara’ya sahip çıkan kesim soruyordu bu soruları.



Bence Gezi’nin en ilginç yanlarından biriydi. Aslında, insanların kendi hallerine bırakılırlarsa, tamamen zıt dünya görüşlerine sahip olsalar bile uyum içinde yaşayabileceklerinin somut bir göstergesiydi.

O kadar ilginçti ki, hani derler ya, anlatılmaz yaşanır. Ömrüm oldukça unutmayacağım o anları. Hiç kimse bir diğerinin alanına müdahale etmiyordu ve herkes kendi şarkısını söylemek için sırasını bekliyordu.

Ben size bir şey söyleyeyim mi: Gezi’nin temelinde “sevgi ve dayanışma” vardı. Eğer işin içine radikal örgütler ve politikacılar devreye girmeseydi; hükümet o günleri dirayetle yönetebilse ve halkın sesine kulak verip sorunları çözebilseydi Türkiye dönüşüme uğrardı.

Yine uğradı gerçi ama pek de iyi bir dönüşüm olmadı bu.
Sıcağı sıcağına demişim ki: Kolluk kuvvetleri 30-40 kişilik protestocuyu sabaha karşı biber gazıyla tarumar etmeseydi, kaba kuvvet yerine “iletişim” denen imkandan yararlansaydı, eylemcilere bu kadar çok destek ve bütün bu olaylar olur muydu sizce?

2020’den cevap veriyorum: Olmazdı tabii ki. Çoğunluğun haberi bile olmazdı. Oysa o gün öyle miydi. Hani o çadırları yaktıkları gecenin sabahı, Taksim’e çıkan otobüsleri Şişhane’de durdurmuşlardı ya, ben de sabah saat 10’da, Kasımpaşa’dan Taksim’e giden belediye otobüsüyle çıktım yola. Otobüs, Şişhane’den ötesine götürmedi. “Yasak! Bundan sonrasını kendiniz gideceksiniz.” dedi şoför. Ben de yayan devam ettim. Akın akın Taksim’e doğru giden diğer insanlarla beraber.

Görmeliydiniz o kalabalığı. Polisin parktaki gençlere sabahın 5’inde müdahale ettiği ve çadırları yaktığı haberleri, herkeste bardağı taşıran son damla olmuştu belli ki.

Ben de öfkeliydim açıkçası. Öfkem, bu lüzumsuz şiddeteydi elbette. Şiddetin lüzumlusu da nasıl oluyorsa… Neyse, otobüslerin yasaklanması dahi (en azından benim için) ciddi bir şiddetti. Alt tarafı 4-5 duraklık yoldu belki ama henüz tam olarak iyileşmeyen kırık ayağım için çok fazlaydı bu. Pes etmedim. Yürüdüm, yürüdüm, yürüdüm. Küçük çocuklar da yürüyordu, yaşlılar da…

Her yaştan, her kesimden insan vardı. Ve herkes kararlı bir ifadeyle ilerliyordu Taksim meydanına doğru.

Hiç kimse konuşmuyordu. Herkesin yüzünde kararlı bir ifade vardı. Yanlış anlaşılmasın, eyleme giden militanlardan bahsetmiyorum. Benim gibi sıradan vatandaşlardı bunlar. Genci, yaşlısı, çocuğu, başörtülüsü, örtüsüzü… Tuhaftı…

Olayı duyan, benim gibi evden fırlamıştı belli ki. Kimse zorlamamıştı bizi. Emir de vermemişti. Yanan çadırlar haberi insanları infiale sürüklemişti herhalde. Bu kadarı da fazlaydı artık. Bütün bardaklar taşmıştı, sular gürül gürül akıyordu.

Bknz: Gezi Parkı’nda yakılan çadırlara ilişkin davada karar haberi.
Gezi’deki insanları 28 Şubatçılarla bir tutmak çok abartılı ve ülkenin hayrına olmayan bir şeydi.

Evet, ben de birkaç türbanlı arkadaşımdan, bazı densizlerin, başörtülerine sataştıklarını duydum ama bunun münferit bir durum olduğundan eminim. Çünkü, kendi arkadaşlarımın anlattıklarından sonra birçok kişiye sordum ve aldığım cevaplar sonucunda genel bir durum olmadığını anladım. Ben de hiç şahit olmadım.

Ha bir de şu var, sataşanlardan bir kısmı da, her gördüğü sakallıyı-başörtülüyü AKP’li sanan zeka yoksunlarıymış.
“Sizin yüzünüzden geldi bunlar başımıza!” diye bağırıyorlarmış.
Gençler ve halk, hükümetle örgütlerin arasında sıkıştı kaldı. Molotof kokteyli atanlarla, parktaki gençleri bir tutmak yapılabilecek en büyük kötülüktü… ve yapıldı maalesef. Medya, gerçekleri objektif olarak anlatanları istemiyordu. Çünkü, çalıştıkları organın politikasına mahkumdular. Patron ne derse o. Gezi’yi, en masum yanlarını bile yok sayıp tamamen yerin dibine batıran ya da gün geçtikçe kendilerine daha çok alan açan radikal örgütlerin dahlini yok sayarak her yanıyla göklere çıkaran goygoycular lazımdı sadece. Gerçeği anlamaya çalışmak çok zordu o koşullarda. Hâlâ da öyle.
Gezi’deki eylemci gençlerden yana görünen dangalaklarla iktidardan yana görünen dangalaklar aynı dili konuşuyorlardı aslında. (Üslup bozukluğu için özür dilerim; dayanamadım, ben de insan evladıyım.)
Kim ne derse desin, iktidar yanlıları ne kadar karalarsa karalasın, İhsan Eliaçık’ın ve Antikapitalist Müslümanlar grubunun Gezi’yi 28 Şubat’a bağlama çabalarını boşa çıkardığını düşünüyorum.

Oldu olacak şu, “iktidar yanlıları ne kadar karalarsa karalasın…” sözüme de bir açıklık getireyim: İktidar yanlısı medyada ilk ciddi çürümenin başladığı zamandı Gezi olayları. O günlerde, “Kabataş” yalanıyla kayan şirazeleri bir daha düzelmedi. Gezi de başlayan ve sonra yalan olduğu delilleriyle açığa çıkan yalan haberler gittikçe çoğaldı. (Gezi’den önce öyle değillerdi bence. Ya Gezi’de hepsine bir şeyler oldu. İçlerindeki, işini -hâlâ ve her şeye rağmen- dürüstçe yapan bir avuç insanı tenzih ediyorum.)

Şunu da vurgulamadan geçmeyelim: İktidar medyası yalan haber yaparken, muhalif medya da sütten çıkmış ak kaşık değildi elbette. İşin aslına bakarsanız, iktidar medyasının birçok yalanı, muhalif medyanın yalan-yanlış haberleri sayesinde gözden kaçıyordu. Kısacası, her iki tarafın da yalanı ve yanlışı birbirini besliyordu.


Bknz: Kabataş’ta aslında ne oldu
Gezi olaylarında en fazla endişelendiğim durum, TİKKO ve DHPP-C’li 20 bin kişinin Gazi mahallesinden Taksim’e doğru yürüdüğü söylentisiydi. O ortamda, yirmi bin kişiyi nereden bulacaklarını da düşünmedim doğrusu. Söylenti bana iç savaşı çağrıştırdı ve ulaşabildiğim herkesi uyarmaya çalıştım. Neyse ki korkulan olmadı.

Bunlar arşivimde bulunan bilgi ve belgelerin çok küçük bir kısmı. Burada anlattıklarım da doğaldır ki gerçeğin ancak kendi çapımda görebildiğim kısmı. Hakikat, gerçeğin tüm parçalarının “dürüstçe” anlatıldığı tanıklıkların birleştirilmesiyle çıkacak ortaya.

Önceki İçerikO İnternet Sayfasının Bir Adı Var!
Sonraki İçerikYalan Haber Özgürlüğü
Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümü mezunu. Gazeteciliğe 1987 yılında Karacan yayınlarında stajyer muhabir olarak başladı. İlk haber ve söyleşileri, Kadın, Sanat Olayı, Kapital gibi dergilerde yayımlandı. Hiçbir zaman kopamadığı çocukluk hayali olan gazeteciliğe, 90’lı yıllarda ikamet ettiği İsveç’te Türkçe ve İsveççe haber-söyleşi ve köşe yazılarıyla devam etti. 1998 yılında, bir yandan İsveç'teki Türkçe konuşan göçmenlere yönelik haber-söyleşi dergisi Prizma'yı çıkarırken bir yandan da Dördüncü Kuvvet Medya sitesinde İsveç ve Türkiye gündemi ile ilgili yazılar yazmaya başladı. Prizma dergisi, 2000 yılında, Mısır, İran ve Suriyeli gazetecilerle yaptığı işbirliği sonucu Türkçe-Arapça ve Farsça olmak üzere üç dilde çıkmaya başladı. İlk kitabı, Dorothe Simon ile birlikte yazdığı “Lagom Svenskt” 2000 yılında İsveç’te; ikinci kitabı “Kır Zincirlerini Mavi Marmara” ise 2011 yılında Türkiye’de yayımlandı. Şu sıralar, elindeki yarım kitap projelerini bitirme ve eski çalışmalarını dijital ortama taşıma telaşında.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz