Samatya’daki olayların sebebi her ne olursa olsun, tartışma götürmez gerçek şu ki: birtakım psikopat caniler, güzel ve yalnız ülkemin, etliye sütlüye karışmayan yaşlı ve yalnız “Ermeni kökenli” teyzelerine dadandı son zamanlarda. Arada Türk vs. kökenli teyzeler de benzer saldırıların kurbanı oldu gerçi, ama onlar Ermeni teyzelere yapılan saldırıların peş peşe gelmesi ve kamuoyunda oluşan “Ermenilere saldırılıyor!” algısı nedeniyle arada kaynadılar.
Aralık ayının sonlarıydı, ana haber bültenini izlemek için açtığım televizyonda “yaşlı bir Ermeni kadının öldürüldüğü” haberindeki “Ermeni” vurgusuyla irkildim birden… Etnik kökene vurgu yapan yayınların üzerimizde dolaşan kara bulutların habercisi olduğunu bilirim ne de olsa. O vurgudan sonra, algımda seçicilik oluştu ve gerek medyadaki gerekse sosyal paylaşım ağlarındaki Ermenilerle ilgili haberlere dikkat kesilmeye başladım.
Henüz medya “Ermeni” cinayetleriyle hareketlenmemişti ama bazı gazeteciler, bu tür olaylarda depreşen alışkanlıklarıyla twitter hesaplarından İngilizce yayın yapmaya başlamışlardı bile… Bu yayınların hemen ardından da, olay henüz tam olarak aydınlığa kavuşturulmamış, yani kimse gerçekte ne olup bittiğini anlayamamışken, Samatya’daki Ermenilere ırkçı saldırılar yapıldığı Uluslararası Af Örgütü’nün kayıtlarına geçmişti bile…
Doğrusu, oldukça ilginç bir alışkanlık bu. O şahıslarla karşılaşırsam birgün, sadece Kürtlerle ya da azınlıklarla ilgili haberleri (anında) İngilizceye çevirip paylaşmalarındaki bu telaşın sebebini soracağım; “telaş” diyorum çünkü söz konusu haberleri buldukları an, kaynağın zayıf olduğu belli olsa bile, hiç araştırıp soruşturmadan yedi düvele ilan ediyorlar.
Hatta bunlardan birisi (E.T), aylar önce ilginç bir iş kazası yapmıştı. Eline geçen, kaynağı belirsiz bir duyumu (dedikodu da diyebiliriz) İngilizce olarak servis etmeye başlamış ve bu eylemini saatler boyu sürdürmüştü. O yazdıklarını okuyanlar Türkiye’nin Doğu’sunda Kürtlere kimyasal silahla saldırıldığına inanacaktı. Bu “acar” gazeteci, ancak saatler geçtikten sonra, akşama doğru, “Yokmuş öyle bir durum, iş kazası oldu. Özür dilerim.” diyerek sıyrıldı işin içinden. Daha ilk andan “geliyorum” diye feryat figan eden bu iş kazasının sebebi, en hafif deyimiyle “taammüden ihmal” idi… Eğer, yalan yanlış haberin şehvetine kapılmadan önce, gazetecilik sorumluluğunu hatırlasa ve beş dakikalık bir araştırmayı göze alsaydı, bölgede yaşayanların “Söylentilere inanmayın, burada her şey yolunda …” şeklindeki dezenformasyonu engelleme çabalarını görecekti.
Her neyse, konuyu dağıtmayalım… Az önce dediğim gibi, “yaşlı Ermeni kadın cinayetleri” meselesi de bu minvalde seyretmeye başladı ve Uluslararası Af Örgütü’nün (Amnesty International), Türkiye’nin, olayların arkasındaki olası ırkçı ve/veya dini önyargıları soruşturmakla yükümlü olduğunu vurgulamasıyla beraber ivme kazandı.
Hemen ardından, Amerika’daki Ermeni diasporasının gönderdiği mektupların da etkisiyle, ABD Dışişleri Bakanlığı Samatya’daki olayları yakın takibe aldı ve bu olayların Türkiye’deki Ermenilere yönelik yeni bir nefret dalgası olup olmadığının araştırılmasını istedi.
Emniyet güçleri ve valilik, olayların etnik temele dayanmadığını, sadece hırsızlık amaçlı olduğunu ileri sürse de, mağdurlar arasında iki de Türk kökenlinin olduğu bilinse de, gerek ardı ardına saldırıya uğrayanların hep Ermeni olması, gerekse “duyarlı” Sivil Toplum Kuruluşları’nın meseleye sahip çıkması ile giderek daha yoğun bir şekilde “Ermenilere karşı yeni bir nefret dalgası” sorunuyla karşı karşıya olduğumuz algısı uyanmaya başlıyordu.
Halk arasındaki rivayetlerin bini bir paraydı. Kimi olayları sıradan gasp ve hırsızlık kapsamında görerek “yaşlı ve savunmasız insanlara karşı yapılmış adice bir suç olarak nitelendiriyor; kimi kentsel dönüşüm projesi kapsamında değer kazanan Samatya’ya müteahhitlerin ilgi göstermesi sonucu oluşan rant çetelerine bağlıyor; kimi de olan bitenin Türkiye’de yaşayan Ermenilere yönelik bilinçli bir yıldırma operasyonu kapsamında görülmesi gerektiğini söylüyordu.
Feministlerin Samatya çıkartması
Olayı biraz daha farklı boyutlarıyla görebilmek, bölgede yaşayanların düşüncelerini öğrenebilmek için, eski bir Samatyalı olan ve bu çalışma için gönüllü fotoğrafçılık görevini üstlenen yakın arkadaşım Sema ile birlikte 3 Şubat Pazar günü Samatya’daydık. Aynı gün, “Feminist Kollektif” in Ermeni vatandaşlarımıza destek için düzenledikleri protesto gösterisi de vardı.
Ermeni kadınlara yönelik saldırıların münferit olmadığını düşündüklerini vurgulayarak, faillerin yakalanmamasını eleştiren kadınlar, ayrımcı söylemler değişmediği sürece Ermeni kadınların şiddete maruz kalmaya devam edeceğini söylerek, nefret suçları yasasının bir an önce çıkarılmasını talep ettiler.
Bu açıklamalardan sonra, 28 Aralık günkü saldırıda yaşamını yitiren Maritsa Küçük’ün evine kadar yürüdüler ve ellerindeki döviz ve çiçekleri kapıya bıraktıktan sonra, “Ermeni kadınlar yalnız değildir”, “Yaşasın kadın dayanışması” sloganlarıyla sonlandırdılar eylemlerini.
Yürüyüşçülerin arasında bulunan Zekiye Kürkçüoğlu,bu tür hassas olaylarda ağzımızdan çıkan sözlere çok dikkat etmemiz gerektiğini vurgulayarak şunları söylüyordu: “Mayamız sağlam olmasaydı şimdiye kadar hepimiz birbirimizi öldürmüştük. Bizler herşeye rağmen hâlâ Ortadoğu ülkelerindeki gibi bir kaos yaşamıyorsak, bunu, bu mayaya borçluyuz. Ama duyarlı insanlar olarak her an uyanık olmalı ve bü tür durumlarda tepkimizi göstererek mağdurların yanında yer almalıyız. Sağduyulu davranmak ve toplumdaki empatiyi yükseltmek en önemli görevimiz. Ben, her yerde bunun için uğraşıyorum.”
Kilise cemaatinden protestoculara uyarı
Peki kilise cemaati ne diyordu bu duruma? Olaylar ve bu dayanışma gösterileri karşsında ne hissediyorlardı?
Kilise kapısında buruk bir gülümsemeyle yürüyüşçüleri izleyendoğma büyüme Samatyalı Viktorya Demir’e yöneltiyorum bu soruları:
“Şu an Samatya’da oturmuyoruz ama annelerimiz, akrabalarımız, hepsi Samatya’da. Sürekli gidip geliyoruz. Burda daha önceleri yoktu böyle şeyler. Yeni başladı. Eskiden kardeş gibi hep bir arada yaşardık. Ne olduğuna biz de şaşırdık, inanamadık böyle bir şey olduğuna. İlk olayda gelip geçici bir şeydir diye düşündük, ama arkası gelince tedirgin olduk.”
Olaylar devam edince paniklediniz mi?
Tabii ki panikliyorsunuz. Burada yalnız yaşayan annelerimiz var. Dua ediyoruz onlar için…
Saldırılar ırkçı nedenlerle yapılmış olabilir mi sizce?
Öyle olduğunu düşünmüyorum. Bence bu, normal bir insanın yapacağı bir şey değil. Rahatsız biri yapmıştır bunu.
Bu tür “destek” yürüyüşleri karşısında ne hissediyorsunuz?
Memnun oluyoruz. Yalnız olmadığımızı, insanların bizim yanımızda olduklarını görmek güzel bir duygu.
Irkçılık vurgusunun sakıncası olabilir mi?
Muhakkak; bir tedirginlik olmaması imkansız. Ben bütün insanları din, dil, ırk diye ayırmadan kardeş olarak düşünüyorum. Onun için de öyle şeyleri aklıma bile getirmek istemiyorum…
Emniyet güçlerinin çalışmalarını yeterli buluyor musunuz?
Sürekli ilgi içindeler. İnşallah, bu son olaydan sonra bir sonuca ulaşacak… Eminim bundan.
Kilisenin kapısında duran “özel” güvenlik görevlileri de bölgenin çok sıkı polis kontrolünde olduğunu vurguluyorlar. İçlerinden biri, “Şu anda bile polis kaynıyor burası.” diyerek, önümüzden geçen beyaz renkli özel arabayı işaret ediyor ve “Bak, bunlar da polis mesela. Sürekli devriye geziyorlar. Çoğunun tipinden polis olduğunu anlaman imkansız. Mahallenin delikanlıları sağda solda takılıyor sanırsın.” diye devam ediyor sözlerine.
Cemaat tedirgin mi diye sormam üzerine ise: “Tabii ki, tedirgin olmazlar mı hiç?!..” diyorlar.
Bu arada, Surp Kevork Ermeni Kilisesi yöneticilerinden de görüş almak istiyorum ama yönetim kurulu toplantısında olduklarını öğreniyorum. Kilisenin kâh avlusunda kâh kapısında ama illa ki dışarı çıkacakları kapıyı görecek şekilde aşağı yukarı bir saat bekledikten sonra toplantı bitiminde yakalıyorum hepsini ve son gelişmeler hakkındaki görüşlerini soruyorum. Basına 29 Ocak tarihinde açıklama yaptıklarını ve o açıklamanın hala geçerli olduğunu söyleyerek yönetim kurulunda basına özel demeç vermeme kararı aldıklarını belirtiyorlar. Çünkü, sözlerinin yanlış anlaşılmasından ve/veya çarpıtılmasından endişeleniyorlarmış. Tedirgin olup olmadıklarını sorduğumdaysa, “Tedirgin olmamak mümkün mü?” diyorlar.
Haklılar da… Bir yandan cinayetler ve hem yaşlı hem de savunmasız -neredeyse tamamı Ermeni olan- kadınlara yapılan alçakça saldırılar, bir yandan da ayyuka çıkan “olayların yeni bir nefret dalgası” olduğu söylemleri…
Gerek kiliseye giren çıkan Ermeni cemaatindeki, gerekse az önce konuştuğum Viktorya Demir’in yüzündeki ve sesindeki endişeli ton, Hrant Dink’in “güvercin tedirginliği” tanımını anımsatıyor bana. Bilirim bu duyguyu… Yabancı bir ülkede azınlık olarak yaşamaktan gelen yoğun bir tecrübem var. İnsan, ırkçı saldırılar yoğunlaştığında ya da cinayet, gasp gibi saldırganlıklar kendi ait olduğu gruba yönelik olunca tedirginleşiyor ister istemez..
Hele bir de “Ermeni” tanımının bazıları tarafından bir hakaret olarak kullanıldığı, ülke için yazılan karanlık senaryolarda öncelikli hedeflerden olduğunuz bir ülkedeyseniz ve yurt olarak, nesiller boyu ait olduğunuz bu toprakları benimsiyorsanız, hissedeceğiniz tedirginlik ve üzüntünün daha da yoğun olacağını bilmek için kâhin olmaya gerek yok.
Surp Kevork Ermeni Kilisesi‘nin açıklaması:
Kilisenin 29 Ocak’ta yaptığı -ve yönetim kurulu üyelerinin her cümlesinin hâlâ geçerli olduğunu vurguladığı- basın açıklaması da bu durumu gözler önüne seriyor:
“Bu olaylarda mağdurların benzer özellikler ve benzer yöntemlerle öldürülmüş-şiddete uğramış olmaları, fail veya faillerin hala yakalanamamış olması, olayların çok kısa süre içinde peş peşe meydana gelmesi hepimizi tedirgin etmektedir.
Ayrıca olaylar netlik kazanmadan Ermeni toplumuna yönelik bilinçli ve kasıtlı yapılmış olaylar olarak anlatılması da toplumumuzu olumsuz yönde etkilemeye devam etmektedir. Unutulmamalıdır ki bu olaylarda kanuni süreç hâlâ devam etmektedir. Bundan dolayı tüm kesimlerin gerekli hassasiyeti göstermesi de ayrıca önemlidir.
Bizler Samatya’da yıllardır barış ve huzur içerisinde yaşamaktayız. Bu olaylarla tedirginliğimiz arttırmıştır. Burası bizim evimizdir. Ne olursa olsun burada hep birlikte barış, huzur ve sevgi içerisinde yaşamaya devam edeceğiz.
Ayrıca yaşanan bu acı olayların toplumun büyük bir kısmı tarafından kınanması ve bizlere verilen destekler de umutlarımızı arttırmıştır. Ne amaçla işlenirse işlensin en kutsal değer olan insan hayatına yönelik bu olayları ve yapanları kınıyoruz. Faillerin bir an önce yakalanıp adalete teslim edilmesi toplumumuzu rahatlatacaktır.” (Samatya Surp Kevork Ermeni Kilisesi)
Sokaktaki Samatyalılar
Kilisenin az ötesindeki emlakçı Lütfü Çolak da bu tür olayların Samatya’da ilk defa yaşandığını vurguluyor ve “Burada insanlar birbirine bağlıdır, ayrım yapmazlar; ırkçılıkla falan işleri olmaz. Yalnız, Samatya son zamanlarda kalabalıklaştı. Artık insanlar eskisi gibi birbirini tanımıyor. Bundan kırk-kırk beş sene evvel herkesin kapısı açıktı. Şimdi oturacak ev bulmak bir mesele. Tersine göç çok burada. Örneğin, buradan başka bir yere taşınan, bir iki sene sonra, eşini dostunu, akrabalarını özleyip geri dönüyor. Evini satanlar bile geri dönüyor.” diyor.
Olayların sebebi için sizin tahmininiz ne?
Hırsızlık da olabilir. Bir de 15-17 yaşında ne idüğü belli olmayan tinerciler var bölgede, tinercileri de araştırmaları lazım.
Sağda solda, Samatyalı Ermenilerin bu olaylardan korkup bölgeden taşındığı yazıldı. Var mı böyle bir şey?
Yok, yok… Tedirginlik var tabii ama, böyle bir şey yok. Olsa haberim olurdu. Ermeni, Rum, Türk farketmez, doğal olarak herkes tedirgin.
***
Meydandaki bakkal dükkanındaki gence olaylar hakkında ne düşündüğünü sorarken sonradan abisi olduğunu öğrendiğim biri giriyor içeri ve “Ne düşüneceğiz, üzülüyoruz tabii ki, olayın Kürtlerle bir alakası yoktur.” diyerek olayın farklı bir yönünün ipucunu veriyor. Samatya’nın yoğun göç alması ve yeni gelenlerin, semtin geleneksel kozmopolit dokusuyla uyum problemi yaşamalarını; hele bir de son zamanlardaki “Ermeni katliamlarındaki Kürtlerin rolü” tartışmalarını düşününce onların da, kendilerinin potansiyel suçlu olarak hedef gösterildiğini hissetmeleri gayet normal.
Ali Bağlar: İlk duyduğumda hırsızlık sandım ama sonra öğrendik ki iş ırkçılığa varmış. Hepsi Ermeni, hepsi yaşlı… Biz de Kürdüz…
Erhan Bağlar: 5 yıldır aynı mahalledeyiz. İster istemez insan üzülüyor. Mekanları cennet olsun.
İlhan Bağlar: Onlar da insan, yazıktır… Kürt, Laz, Çerkez… elhamdülillah hepimiz Müslümanız, hepimiz insanız…
Engin Dip: Sekiz senedir burada yaşıyorum. İlk duyduğumda şok oldum. Candır bu… Bence hırsızlıktır… Bizim de annelerimiz, yaşlılarımız var. Medya da olayı büyütüyor…
Marmaray projesinin tetiklediği rant mafyası
Marmara ve Gazi üniversitelerinde Öğretim Görevlisi olarak çalışan, doğma büyüme Samatyalı Viktor Öcal, bölgedeki gasp ve cinayetlerin, dini ya da ırkçı motiflerle yapılmadığını düşünüyor ve diyor ki:
“Bu bölgede insanlar din, dil, ırk ayrımı yapmadan nesiller boyu birarada yaşıyorlar. İnsan olmanın ne demek oldugunu bilen her hangi birinin veyahut semavi dinlerden herhangi birine inanan bir insanın böyle bir vicdansızlık yapması mümkün degil… Irkçılık ve milliyetçilik olarak düşümek de mantıklı değil… Düşünsenize, ortada eşit kuvvetler yok… Kendini savunamayacak yaşlı, yatalak kadınlara saldırıyolar… Hangi milliyetçi, hatta ırkçı, böyle aşağılık bir eylemle kendi ideolojisini ve ırkını dünyaya rezil eder ki?!… Bu kadar aşağılık saldırılar, ancak gözü dönmüş psikopatlar tarafından yapılabilir. Kısacası, bu olaylarda Ahmed Arif’in dediği gibi bir “Sığdıramam kitaplara…” durumu söz konusu.”
Samatya’nın, kozmopolit yapısından kaynaklanan sorunları var mıydı?
Samatya’da nesiller boyu beraber yaşayan yerlilerinin arasında hiç sorun çıkmazdı. Ama bölge son yıllardaki hükümetlerin politikaları nedeniyle, özellikle Güneydoğu’dan çok fazla göç aldı. İnsanlar buradaki kozmopolit yapıya alışık olmadıkları için uyum sağlayamıyorlar.
Ne gibi sorunlar çıkıyor?
Kültürel olarak uyumsuzluklar çıkıyor. Şehir kültürüne uyum sağlanamadığından dolayı davranışlarında tutarsızlıklar görülüyor.
Son olayların bu sorunlarla bir alakası olabilir mi?
Sanmıyorum.
Bunca yıldır huzur içinde yaşayan bir bölgede, ardarda bu tür olayların çıkmasını siz neye bağlıyorsunuz peki?
Ben bu olayların “Marmaray” projesiyle ilgili olabileceğini düşünüyorum. Yani işin finansal boyutu olabilir. Marmaray’ın Samatya sahiline gelişiyle beraber bölgenin değeri arttı. Yedi Kule konakları yapıldı, Koç Holding’in eski havagazı fabrikasını aldığı rivayetleri var. Ayrıca burası üç ayrı üniversite hastanesine de yakın. Ulaşım olanakları çok güzel…
Bir de buranın, mimari ve yerleşim açısından geçmişten gelen özgün bir yapısı var. Neredeyse her sokakta bir kilise bulunuyor. Toplam kilise sayısı (yanlış hatırlamıyorsam) on dört… Mesela, İstanbul’da Venedik gibi bir yer oluşturmak isteseniz, en güzel yerlerden biri Balat ise diğeri de Samatya’dır.
Yani zaten cazip olan bölge, Marmaray’la beraber iyice değer kazanacak gibi görünüyor. Dolayısıyla, bölgede korku ve huzursuzluk yaratarak insanların ellerindeki gayrimenkulleri üç otuz paraya kapatarak kentsel dönüşüm projesi çerçevisinde rant sağlamaya çalışıyor olabilirler.
Örgütlü mü sizce bu olaylar?
Kesinlikle… Az önce bahsettiğim gibi, son yıllardaki göçlerle beraber artık kimin nerede oturduğunu bilemiyoruz. Ama saldırganlar, hangi yaşlı kadının nerede oturduğunu birer birer tespit etmişler. Amaç toplumun huzurunu bozup terörize etmek ve insanları taşınmaya zorlamak…
Olayların ele alınışındaki “Ermeni” vurgusu rahatsız ediyor mu?
İnsanlar zaten ürkek yaşıyorlar. Dolayısıyla, bu tür olaylarla gündeme gelmek ve isimlerinin bu şekilde zikredilmesinden dolayı mutsuzlar. Bazı kesimlerde “Ermeni “ kelimesi küfür olarak kullanıyor. Kendilerini temsil edecek sivil toplum örgütleri de olmadığı için dini yapılanmalar tek temsilcileri olarak görünüyor. O da yetmiyor…
Olaylardan sonraki toplumsal duyarlılık nasıl sizce?
Bu olaylar olduğundan beri sürekli, destek ve üzüntü bildiren telefonlar geliyor…. İslami görüşteki hanım arkadaşlarımız da bu konuyla çok ilgileniyorlar. Özellikle, Antikapitalist Müslümanlar bu konuya çok sağduyulu yaklaşıyorlar. Hem kadın hakları, hem de savundukları görüşün lekelenmemesi açısından çok duyarlı davranıyorlar.
Ya medyanın tutumu?…
Medya genel olarak sağır davrandı. Ama internet sayesinde olaylar her yerden duyuldu. Amerika’daki Ermeni lobisi tarafından, bu olayların ciddiye alınması ve çözülmesi yönünde Amerikan hükümetine, oradan da Türkiye’ye baskı yapıldığı söylentileri dolaşıyor.
Bu günlerde Samatya’da yaşam nasıl?
Bölgede -bildiğim kadarıyla- olayı araştıran iki yüz polis var. Samatya’nın yerlileri de teyakkuz durumundalar. Türk, Kürt, Ermeni, Çerkez, Laz… on beş-yirmi kişilik gruplar halinde toplanıp kahvelerde “komşularını korumak için” nöbet tutuyorlar. İnternetten, “Biz falanca kahvedeyiz…” şeklinde haberleşiyor, birbirlerini mahallenin asayişinden haberdar ediyorlar.
Samatyalı solcuların “durum” değerlendirmesi
Samatyalıların nabzını üç aşağı beş yukarı tuttuğumuz günün sonunda, olayların tırmanışa geçtiği ilk günlerde Halkların Demokratik Kongresi (HDK) şemsiyesi altında düzenlenen yürüyüşe katılan, hatta yürüyüşü organize eden ekip ile yakın temasta olan Samatyalı solcularla buluşup Samatya özelinden, Ermeni ve sola dair meselelerin geneline kadar uzun ama son derece verimli ve ilginizi çekeceğinden hiç kuşku duymadığım bir sohbet gerçekleştirdik. Atilla Yavuz, Mustafa Şimşek, Kemal Ergin ve öğretmen, yani devlet memuru olduğu için açık ismini yazamadığım M.D ile yaptığımız bu uzun sohbet, onların uzun yıllardır çok yakın arkadaş olmalarından kaynaklanan son derece hararetli tartışmalarla seyretti. Hatta o kadar ki, an geldi içimden “Şimdi kavga edecekler.” dediğim oldu…
Neler oluyor Samatya’da?… Basit bir gasp ve hırsızlık olayı mı yoksa Ermenilere karşı yeni bir nefret dalgası mı yaratılmaya çalışılıyor?
Mustafa Şimşek: Hırsızlık olma ihtimali çok yüksek. Ama polis işin peşinde. Yakında bulunacak. Ve bence psikopatın biri çıkacak. Olay tam olarak açıklığa kavuşturulmadan “vay biz Ermenilerle kardeşiz; vay hepimiz Ermeniyiz” dersen bu yanlıştır. Doğru sonuçlara ancak, doğru zamanda yapılan doğru eylemlerle ulaşılır. Doğru şeyi yanlış zamanda yaparsan ters olur.
Nasıl ters olur?
Mesela, ortada savaş ihtimali yokken, durduk yerde “Savaşa hayır!” mitingi yapıp savaşı gündeme getirirsen, bu bir nevi provokasyon olur ve aksi sonuçlar doğurur.
Bu saldırılar, gerçekten Ermenilerin etnik kimliğiyle mi ilgilidir yoksa tamamen bir tesadüf müdür, belli değil…
Dördünün de Ermeni olması, tabii ki benim de kafamda bir şey oluşturdu. Ama büyük tabloya bakınca, bunun sıradan bir cinayet olma ihtimali çok yüksek diyorum. Şöyle düşünün: Koca mustafapaşa caddesinden aşağı doğru yürü, on evden yedisinden Ermeni çıkar. Yani, bu mahallede Ermeni cinayeti işleme ihtimali yüzde yetmiş. Ben psikopat bir insan olsam ve Samatya’daki yaşlı kadınları takip etsem, Ermenilere denk gelme ihtimalim bu kadar çoktur. Aynı şekilde Şişli’de de yaşlı bir kadın öldürüldü. Orada da çok Ermeni vardır mesela. Kurtuluş, Şişli hep Ermeni.
Olaylar tam anlamıyla açıklığa kavuşmadan, cinayetleri Ermeni kimliğe bağlayan mitingler yanlış olur bence.
Hrant öldürüldüğündeki mitingler çok doğruydu. Ama bunu yanlış zamanda yaparsan fiyasko olur. Ne demek istediğini insanlara anlatamazsın. Konu, başka yerlere sapar.
Nerelere sapar?
Ortada bir şey yokken “Biz Ermeniyiz, biz Ermeniyiz” dersen , “Bunlar ne yapıyor?” derler. Bu şuna benzer: Birileri “Türküm, Türküm” dediği zaman “faşist” diyoruz. Ama “Kürdüm, Kürdüm” dediği zaman “sosyalist”. Olmaz böyle bir şey, mantık yanlış. Etnik kökeni bu kadar karıştırmamak lazım.
Böyle bir propoganda olursa hemen yayılır, anında bütün dünya, en başta da Ermeni lobileri duyar; durduramazsın. Ardından hemen bir baskı, bir söylem. Durduk yerde, ortada kesin bir şey yokken kamuoyu oluşturmak diye buna denir.
HDK’nın eylemine katılmışsınız ama?
Evet, o gün eyleme katıldım ama “kerhen” destekledim. Orada yüz kişi vardıysa bunun yüzde doksanı Ermeni değildi. On-yirmi Ermeni ya vardı ya yoktu. Biz yürürken, Ermeniler camlardan başlarını uzattılar alkışlamaya başladılar. Ama bu bir hezeyandı…
Olaylarla ilgili haberlerdeki “Ermeni” vurgusu hakkında ne düşünüyorsunuz?
Basın bu haberi verirken “Ermeni öldürüldü.” diye veriyorsa yanlış yapıyor. “Bir vatandaş öldürüldü,” , “Yaşlı bir kadın öldürüldü.” diyebilirsin. “Ermeni” dersen Ermenilerin antenleri “Neden Ermenileri öldürüyorlar?” diye dikilir hemen… E, Ermeni öldürülüyorsa, öteki de öldürülüyor kardeşim… Geçende televizyonda duydum çok şaşırdım. Madem ki bir Ermeni meselesi var, ve bir de Ermeni devleti var… Niye bu meseleyi AHİM’e taşımıyorlar. Böyle bir hakları var, ama yapmıyorlar. Neden?…
Kısacası, Türk medyasının olaylara sağduyulu yaklaştığını zannetmiyorum. Yangına körükle gidiyorlar. Hassas davranmak lazım. Ortada hiçbir şey yokken “Hepimiz Ermeniyiz” dersen olayı körüklersin. Onlar da der ki: “Ya, siz niye böyle bir şey yapıyorsunuz, bizim bir sıkıntımız yok. Böyle bir şey yaparsanız konu bu şekilde gündeme gelir ve başka şeyler olur.”
Eşeğin kulağına kar suyu kaçırmak gibi mi?
Aynen öyle… aynen öyle… Olay örgütlüyse Hrant’taki gibi, devlet de peşini bırakıyorsa, işin üzerini örtüyorsa, o zaman basın olarak da kamuoyu olarak da sonuna kadar git üzerine.
Kemal Ergin: Bu olaylar bana 1915 yılındaki soykırımı hatırlatıyor. Soykırım yaşanırken İstanbul Ermenileri çok rahat yaşıyorlardı. Bir sorunları yoktu. Hatta soykırıma karşı öyle büyük bir tepkileri ve itirazları da yoktu. Olsa bile çok azdı.
Bunun sebebi ise şuydu: İstanbulda ticaret ve zanaatkarlığa dayanan bir burjuva sınıfı oluşturmuşlardı. Onlara dokunulmadığı için buradaki yaşamlarını rahat bir biçimde sürdürüyorlardı… Bunların böyle bir protesto etmeme gelenekleri var. Bu da azınlık oldukları için çok normal. İçlerinde hüzün yaşıyor olsalar da bunu dışarı vuramıyorlar. Bu duyarsızlıklarından değil. Sadece böyle bir gelenekleri yok.
Mustafa Şimşek: Umursamıyorlar… Benim babam Kürt, annem Gürcü… Bana ne dersen de… Bugün devlet yeni bir isim bulsun, onu da kabul ederim. Ne dersen de… Bana ne…
Atilla Yavuz: Umursamıyorlar olur mu yahu?!..Tamam, zaten doğru olan da bu; insan, ne hissediyorsa odur. Ama bu olaylarda, “özel bir proje var mı, yok mu?” merakı var bizde.
Dedik ki: Burada, bir rahatsızlık durumu var. Peşpeşe dört Ermeni’nin katledilmesi bir sorundur. Olay tam olarak çözülmedi ama ölenlerden birinin masasının üzerinde duran parasının bile alınmaması çok tuhaf geldi bana.
Bu konunun üzerinde hassasiyetle durulmasına ve Ermenilerin yanında olduğumuzu göstermemiz gerektiğine inandığımız için Samatya’da yapılacak olan protesto eyleminin Kocamustafapaşa’da olması için dayattık. Yürüyüşü de özellikle Samatya meydanına kadar devam ettirdik.
Sadece solcular mı katıldı yürüyüşe?
Hayır, çeşitli kesimlerden destek vardı. Antikapitalist Müslümanlar da bu konuya çok duyarlı yaklaşıyorlar, yürüyüşte de bizimleydiler.
Konu çok hassas olduğu için bizler de çok hassasız ve çok yönlü düşünüyoruz. “Birilerinin mezesi olmayalım yine.” dedik… Mesela, Gazi Mahallesi’nde operasyon yapıldığında hepimiz sazan gibi atlamıştık. Aynı şeyi Maraş olaylarında da yaptık…
Gazi Mahallesi’ndeki olayları, buradaki olaya nasıl bağlıyorsunuz?
Toplumsal psikoloji açısından… Toplumları harekete geçirmek için özel projeler yaparlar.
Kimler?
Ordan çıkacak sonuçtan kendilerine bir fayda çıkacağını düşünenler… Biz de kendi aramızda, bunun kaygısıyla “Acaba bu olaylar devletin içindeki karanlık güçlerin projesi mi, yoksa sıradan bir durum mudur?” diye çok konuştuk.
Nasıl bir sonuca vardınız peki?
Gelinen nokta çok net ve belirgin olmasa da, azınlıkta olan Ermeni halkının yanında olduğunu gösterecek namuslu Türk insanlarının da olduğunu artık anlatmalıyız, dedik. Ve bu yüzden böyle bir destek verdik. Yoksa, orada direk karşımıza alıp, “şudur, budur” diye bir dil kullanılmadı. Yürüyüş esnasında, “Ermeni” kelimesi, Hrant’ın cenazesindeki gibi çok fazla öne çıkmadı. Ortak bir şekilde Kürt, Ermeni, Türk biçiminde… Hatta, dövizlerin çoğunda Arnavutlar, Gürcüler, Boşnaklar vs… vardı. Biz bu konulara sosyalistler olarak çok dikkat ediyoruz tabii ki… Yani, ordan olumsuz ya da faydacı bir şey çıkarmanın bize bir yararı olmadığını artık öğrendik. Eskisi gibi dolmuşa gelmiyoruz artık. Gelişmeleri gözlemliyoruz… Bizim de artık tecrübelerimiz var.
Ama ben Mustafa gibi tek taraftan bakmak istemiyorum… Arka planda neler olduğunu merak edip bir şeyler arıyorum. Çünkü biliyoruz ki hem Osmanlı’dan, hem de Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana buna benzer binlerce olay oldu. Bu olay da o binlerceden biri midir diye kaygı duyuyorum doğrusu. Bu yüzden de polisin olayların çok derinine inmesi gerektiğini düşünüyorum ama bunu yaptığını da pek sanmıyorum.
Mustafa Şimşek: “Bu olay çözülmesin, muğlak kalsın.” demiyoruz tabii ki… Ama ben, emniyet güçlerinin olayı aydınlatmak için elden ne gelirse yaptıklarına ve çok kısa zamanda çözeceklerine inanıyorum. Bunun kaçarı yok. O adam bulunacak!.. Nereye kadar kaçabilir ki…
Bir de şu var: Ermenilerin karşısındaki “Türk” kim?!.. Biz artık karıştık. Biyolojik Türk’ü mü arayacağız.?!..Türkiye’de kültürel Türk bile karışık. Mesela: Gürcistan’daki Gürcüler Gürcü olarak kalmışlardır; ama Türkiye’deki Gürcüler artık tam anlamıyla Gürcü değiller. Yüzde ellisi karıştı… Yani ben Gürcü müyüm, Türk müyüm kim bilir?.. Yugoslavya’daki Boşnaklar da Boşnak olarak kaldı.. ama burda farklı… Yıllarca dışarıdan ne kız aldılar ne de verdiler. Ama süreç içinde, biri sevdi, biri kaçtı, şöyle oldu böyle oldu, derken karıştılar. Mesela, benim kız kardeşimin babası Kürt, annesi Gürcü, kocası Boşnak…
Anadolu denen bu topraklar, üstünde yüz tane medeniyetin at koşturduğu yerler… Burada safkan ne biyolojik bir kimlik bulabilirsin, ne de kültürel…Şu an konuştuğumuz dil bile yüzde yüz Türkçe değil. Arapça, Farsça, İngilizce, Fransızca bir sürü kelime var içinde. Bunu kurcalamaya, belli mevzuların içine sokmaya gerek yok ki… Yani, “Ermenilerin karşısında Türk vardı!” demeye gerek yok…
Kemal Ergin: Bense gerek var diye düşünüyorum. Çünkü, cumhuriyet projelerinin içinde üst kimlik olarak “Türk” tanımlamasının ve diğer bütün unsurların kökenlerinin “Türk” olarak ifade edilmesinin maksadı farklı bir algı yaratmaktı. Yani, bildiğimiz asimilasyonun ötesinde, her şeyi sahiplenen, her şeyin kendisinin olduğunu iddia eden bir ego, ne bileyim, bir hastalık var.
Atilla Yavuz: 1925’lerde kurulan bir Türkiye Cumhuriyeti’ne bugün artık giydiği elbise dar geliyor. Yani Türkiye’de Boşnak Boşnaktır, Gürcü Gürcüdür… Herkes istiyor ki kendisini kendi algıladığı gibi ifade etsin.. Kimse kimseye bir “üst kimlik” projesi dayatmasın… İnsanlar kendi dokularını, kendi kokularını istiyorlar.
Mustafa Şimşek: HAYIR!… Bunları tartışmaya bile gerek yok. Hiç önemli değil.
Atilla Yavuz: HAYIR!.. Kendini bir başka kimlikle ifade etmek istiyorsa dayatma yapmak, “Sen sus!” demek faşizanlıktır.
M.D: Hrant Dink öldüğünde düzenlenen protesto gösterilerine yüzbinlerce insanın katılacağını hiç kimse hesaplamamıştı… Oradaki, “Hepimiz Ermeniyiz!” sloganları milliyetçi söyleme darbe vuran bir eylemdi… Aradan altı yıl geçtikten sonra bile 19 Ocak’ta o kadar çok insanın Hrant için toplanması da birilerini rahatsız ediyor bu ülkede…
Kullanılan dil, ayrıştırıcı, biraz da tahakküm oluşturucu. Biz, sorunları “Ermeni sorunu”, “kadın sorunu” şeklinde koyuyoruz ortaya. Halbuki ne kadınların sorunu var, ne de Ermenilerin. Burada sorun yaratan şey Türkiye Cumhuriyeti devleti. Bu devlette çok sıradanlaşmış, gündelik dile yansımış bir ırkçılık hâli var.
Okuldaki öğrencilerinizin tepkilerini gözlemlediniz mi?
Bizim okulda, her dilden ve dinden öğrenci var. Olayı insani açıdan konuşuyorlar, politik açıdan değil. Yaşlı bir insanın öldürülmüş olmasına üzülüyorlar.
Korku ya da panik var mı?
Çok kendilerine yakın bir şey olarak görmüyorlar.
Öğretmenleri olarak sınıfta işlediniz mi bu konuyu?
Hayır… Müfredat denen bir program var, onu işliyoruz biz…
İnsan Hakları Derneği’nin hassasiyetleri
İnsan Hakları Derneği’nin (İHD) Samatya olayları ile ilgili olarak düzenlediği basın toplantısına katılan bir gazeteci, Sultan Aykar’ın darp edildiği gün, Samatya’daki Rum kilisesine de taşlı saldırı olduğunu ve görüştüğü Türkiye Ermenileri Patrikhanesi yetkililerinin, olayı “nefret suçu” olarak değerlendirmediklerini, Ekümenik Patrikhane’den ise yanıt bile alamadığını söylediğinde, İHD’nin Irkçılık ve Ayrımcılığa Karşı Komisyon üyesi Ayşe Güneysu’dan şu cevabı alıyordu: “Kiliselerin çok haklı olarak endişleri var. Samatya’da da durum öyle. Olayları gizleyerek, üzerini kapatarak kendilerine güvende hissetmeye çalışıyorlar ama bizim de bunca yıllık deneyimimiz ve hassasiyetlerimiz var.”
Bölgede yaptıkları incelemelere dayanarak hazırladıkları raporda, Samatya’daki Ermenilere yönelik saldırıların ırkçı güdülerle işlendiğine dikkat çeken İHD’nin vardığı sonuçlar ise şunlardı:
– Samatya’nın Ermeni halkı bir saldırıyla karşı karşıyadır… Adeta Ermenilere “Yatağınızda ölemeyeceksiniz, yatağınızda ölmenize izin vermeyeceğiz” denmektedir.
– İşlenen cinayet, salt öldürme ya da gasp kastıyla açıklanamayacak bir şiddet içermektedir…
– Samatya’nın Ermeni halkı tedirgindir. Resmi sayılabilecek görüşmelerimiz sırasında cinayetin ve saldırının adi bir kriminal vaka olduğuna inandıklarını söylemelerine rağmen, daha dolaylı görüşmeler ve sohbetler sırasında, açıkça ifade edilmese bile, cinayetin Ermeni kimliğine yönelik ırkçı bir nefret saiki de taşıyabileceği duygusu kendini hissettirmektedir. Kilisedeki cenazede bir kadının sorumuza ilk cevabı, “Bunun ırkçı bir cinayet olduğunu düşünüyoruz” olmuştur.
– Samatya’nın Ermeni halkı, sorulduğunda çok net ve ısrarlı bir şekilde emniyet güçlerine güvenlerinin tam olduğunu söylemektedir. Özellikle konuyla ilgili cinayet masası ekiplerinin ne kadar özveriyle, gecelerini gündüzlerine katarak çalıştıklarını dile getirmektedirler.
– Emniyet güçlerinin bazı bakımlardan anlaşılabilecek nedenlerle olayın üzerine gizlilik perdesi örtmesinin korkuları azaltma/giderme bakımından yararlı olabileceği düşünülebilir; ancak şeffaflık her zaman daha fazla güven vereceğinden, bu gizlilik, aileye yapılan tembihler, daha da derin bir tedirginlik ve bilinmezliğe yol açmaktadır.
Ermeni cemaatini kurban psikolojisine sokmak
Şahsen ben, İHD’nin hassasiyetlerini anlamak ve hak vermekle beraber, Samatya halkının cinayet masası ekiplerinin olayı çözmek için ellerinden gelen her şeyi yaptıklarına inandıkları bir ortamda, olay henüz net ve açık olarak kesinlik kazanmadan, varsayımlara, zanlara ve geçmişte yaşanan acılara dayanarak bir “nefret söylemi” oluşturulmasının Ermeni cemaatinin hassasiyetlerini dikkate almamak ve yangına körükle gitmek anlamına geldiğini düşünüyorum.
Bir söylemin “nefret dili” olması için, onu ille de sizin birilerine söylemeniz gerekmez. Birilerinin bu sözleri söylediğini varsayarak “Adeta Ermenilere ‘Yatağınızda ölemeyeceksiniz, yatağınızda ölmenize izin vermeyeceğiz’ denmektedir…” şeklindeki cümleler sarfetmek de hem “tersten” nefret söylemidir, hem de nefret dilini kışkırtmaktır. Aynı zamanda da, kesinlik kazanmamış bir konuda “negatif” algı oluşturmaktır. Ve ne Ermenilere herhangi bir faydası vardır, ne de insan haklarına… Tam tersine, Ermeni cemaatini kurban psikolojisine ve kurban dilinin nefret söylemine dayalı dar alanına hapseder.
Kısacası, İHD’nin ve bu söylemi benimseyerek abartılı bir şekilde öne çıkaranların yanlış yaptığı kanısındayım. Bu dille, belki kendi dar çevrelerinde ve uluslararası Türkiye karşıtı çevrelerdeki, Türkiye’nin aleyhine olan her türlü eylem ve söylemden medet umanlar arasında belli bir popülarite kazanabilirler ama Türkiye’deki pek çok farklı kesimi de karşılarına alarak yaptıkları önemli ve güzel çalışmalarının değersizleşmesine sebep olurlar.
Aslında, işin içine siyaset ve ideolojik alışkanlıklar girmeyince herkes ortak ve sağduyulu bir dil tutturmayı başarıyor. Ama ne zaman ki siyasi söylemlere teslim oluyorlar, işte o zaman işin şirazesi kayıyor. Bu gerçek, sağ kesimler için de böyle sol kesimler için de.
HDK’nın, olayların hemen ertesinde düzenlediği Samatyalı Ermenilerle dayanışma ve destek yürüyüşünde, BDP’li milletvekilleri Ertuğrul Kürkçü ve Sebahat Tuncel’in açıklamalarını okuyunca ne demek istediğimi daha iyi anlayacağınızı sanıyorum:
Ertuğrul Kürkçü: “Bugüne kadar peşpeşe işlenen cinayetlerin hepsinin benzer bir örgü içerisinde işlendiğini anlıyoruz. Bu cinayetin çözülmesi için İstanbul Emniyeti’nin, İçişleri Bakanlığı’nın gerekenleri yaptığından ne yazık ki emin değiliz. Çünkü, bugüne kadar Ermenilere, gayrimüslimlere, Hristiyan cemaat mensuplarına karşı işlenen bütün cinayetlerin arkasında her zaman Türkiye’nin güvenlik teşkilatının şu ya da bu birimlerinin başındaki yetkililerin olduğunu gördük. Daha dün Malatya’daki Zirve katliamından sorumlu olarak İstanbul 1.Ordu Komutanı’nın tutuklandığını aklımızdan çıkarmıyoruz. Madem öyle, bütün bu cinayetlerin arkasında da benzer bir güvenlik biriminin olduğunu düşünmek için ne gibi bir engel var?”
Buraya kadar hiçbir problem yok. Şüphelenmek ve bunu dile getirmek haktır. Olaylar tabii ki derinlemesine araştırılmalı ve söz konusu birimlerle herhangi bir bağlantı varsa mutlaka açığa çıkarılmalı…
Konuşmasının devamında şunları diyor Ertuğrul Kürkçü: “Ermeniler, Rumlar, Süryaniler, Yezidiler bu ülkenin bu toprakların en kadim halkları. İstanbul’da bizler yokken onlar vardılar. Burada yaşıyorlardı, buradaki medeniyeti onlar kurdular. Asla ve asla bu cinayetleri bize sıradan, herhangi bir seri katilin işi olarak kimse anlatmaya kalkmasın. Biz bunun arkasındaki ırkçı izi görüyoruz, hissediyoruz. İki elimiz yakalarında olacak. Eninde sonunda bu cinayetlerin hesabı verilecek. Artık yeter, artık yeter, artık yeter!..”
İşte, problem de konuşmanın tam bu kısmında başlıyor kanımca. Çünkü, hitabetin verdiği coşkuya kapılan Kürkçü, önce popülizme kayıyor, ardından da daha önceki negatif deneyim ve bilgilerden yola çıkarak, az önceki öznel ve sorgulayan söylemini terkedip, zanlarının eşliğinde kesin hükme varıyor.
Cinayetlerin bir seri katil işi olacağına asla inanmayacaklarını söyleyen Ertuğrul Kürkçü’ye ve onun ardından söz alan diğer BDP milletvekili Sebahat Tuncel’e “Ermeni halkına yönelik geliştirilen bu saldırıyı bir kez daha kınıyoruz. Ve diyoruz ki: Yalnız değilsiniz. Bu katliamların, bu saldırıların hesabını birlikte soracağız. Mücadeleniz mücadelemizdir.“ sözlerinden dolayı, “peşin hükümlü” dersek çok mu yanlış olur?
Ya, niyetlerinin üzüm yemek mi yoksa bağcı dövmek mi olduğunu sorgularsak?…
Biz en iyisi, “Ermenilere destek” diye çıktıkları yolda, sağduyudan uzak siyasi ve ideolojik söylemlerle nefret dilini kışkırtıp yarardan çok zarar gelmesine sebep olanlara Samatya Surp Kevork Ermeni Kilisesi Yönetim Kurulu’nun uyarısını hatırlatalım:
“… olaylar netlik kazanmadan Ermeni toplumuna yönelik bilinçli ve kasıtlı yapılmış olaylar olarak anlatılması, toplumumuzu olumsuz yönde etkilemeye devam etmektedir. Unutulmamalıdır ki bu olaylarda kanuni süreç hâlâ devam etmektedir. Bundan dolayı tüm kesimlerin gerekli hassasiyeti göstermesi de ayrıca önemlidir.”
Samatya’da neler olmuştu?
26 Kasım 2011’de Samatya’da yaşayan 88 yaşındaki Turfanda Aşık, akşamüzeri saat 5’e doğru kapısının önünü süpürmeye çıkıyor. Saldırgan, evinin önünü süpüren yaşlı kadına arkadan yaklaşıyor ve o daha ne olduğunu anlamadan gırtlağına çökerek evin içine sokup öldüresiye dövüyor. Aşık’ın dişleri dökülüyor, kafatasında iç kanama meydana geliyor, tek gözü görmez oluyor. Fail, öldü zannetiği kurbanının parmağındaki yüzük, kulaklarındaki küpe ve masasının üzerinde duran 200 lirayı alıp gidiyor… Turfanda Teyze, on beş gün yoğun bakımda yaşam savaşı verdikten sonra hayata dönüyor. Polis, bu olayı vakayı adiye kabul ediyor.
29 Aralık’ta ise yine aynı mahalleden 85 yaşındaki Maritsa Küçük’e saldırılıyor. Darp edildikten sonra vücuduna aldığı bıçak darbeleri sonucunda yaşamını yitiren Küçük’ün üzerindeki altın takılar çalınıyor. Oğlu, annesinin göğsünde kanla çizilmiş haç işareti gördüğünü söylüyor fakat daha sonra olayın ilk anındaki şokun etkisiyle yanıldığı açıklamasını yapıyor. Polis, şah damarında açılan yara nedeniyle yaşamını yitirdiği belirtilen Maritsa Küçük’ün katilinin bulunması için olay gününe ait bin 500 saatlik kamera kayıtlarını inceliyor. Dosyaya gizlilik kararı konuyor.
6 Ocak Pazar günü kiliseye gitmek üzere olan yaşlı bir Ermeni kadın erzak ve para yardımı vaadinde bulunan üç kişi tarafından zorla bir araca bindirilmek isteniyor. Yaşlı kadın istemediğini söyleyince ısrar ediyorlar, gitmek istediği halde bırakmadılar.Kimliği belirlenemeyen kişilerin yanından güçlükle ayrılabilen kadın, kiliseye sığındıktan sonra polise haber veriyor.
22 Ocak’ta, 83 yaşındaki Sultan Aykar, 35 yaşlarındaki kır saçlı biri tarafından saldırıya uğruyor. Aykar, canını kurtarmak için avazı çıktığı kadar bağırınca komşuları yetişip kurtarıyor. Aykar da, Turfanda Aşık ve Maritsa Küçük gibi Ermeni. Şu anda hastanede yatıyor ve kör olma tehlikesiyle karşı karşıya…
Duayen gazeteci Umur Talu‘nun kaleminden “Samatya’daki Güvercin Tedirginliği”: Ön, an, en, son yargılarımız!.. Ah, bir de umutlarımız!