Ne hazindir ki yaşını başını almış insanlar bile sonuçlarını düşünmeden şiddete onay veriyor, uyguluyor ya da teşvik ediyor. 

Bu insanların geçmişten hiç ders almamaları ne tuhaf.

Ben, şiddetin sağının solunun olmadığını yaşayarak öğrendim. Aslında, ’hem sağının hem de solunun olduğunu’ desem daha doğru olacak galiba.

Şimdi, zaman tünelinde geçmişe doğru bir yolculuk yapalım:

***

Yaş 15. Mantar tabancası.
Babamdan yürüttüğüm “poz” sigarası.

Zaman: 12 Eylül’e az kala.

Mekan:
Gemlik.

Olay: Babamın işi nedeniyle İzmir’in Karşıyaka’sından taşındığımız Bursa’nın Gemlik’inde, nasıl olduğunu anlayamadan sağ-sol çatışmalarının ortasında buluyorum kendimi. 

(Gemlik aynı zamanda doğum yerimdir de. Az kaldı ölüm yerim de olacaktı.)

Gemlik Lisesi, darbe öncesi Dev-Sol’un kalesi. Devrimci (!) gençler, öğretmen-öğrenci herkesi sindirmişler. Müthiş bir terör ve baskı ortamı. O kadar ki, Orhangazi’deki Dev-Yolcular bunlara sık sık haber gönderiyorlar ’rahat dursunlar’ diye. Mesela, bir gün, Sanat Tarihi dersinde erkek öğrencilerden biri Sanat Tarihi öğretmenimiz Servet Bey’in gırtlağına sarılıp öğretmen masasına yatırıp boğmaya çalışıyor.

(Servet Bey de pek kolay lokma değildi herhalde ki kendini kurtardı ve derse kaldığı yerden devam etti. Öğretmenimizi boğazlayan arkadaşımızın ismini de çok iyi hatırlıyorum ama söylemeyeceğim; utanmasın.)

Bense o sıralar yaz tatilimi İmam Gazali’nin Kimyayı Saadet’ine ve Peyami Safa romanlarına ayırmışım. Babamın, on üç yaşında sözlendiğim çocukluk aşkım Çetin’in ve okuma yazma öğrendiğimden beri evimize giren Tercüman gazetesinin de etkisiyle ’milliyetçi’ duyarlılıklarım var. 

Özellikle de “Dış Türkler” konusuyla çok ilgileniyorum.  Kahroluyorum, Çin, Rusya, Bulgaristan ve Yunanistan’da yaşayan Türklerin çektikleri çilelere. Parti olarak da MHP’ye sempati, Ülkücülere ise hayranlık duyuyorum. 

(Ülkücülere olan hayranlığımın altında, sevgilimin ülkücü olmasının da çok büyük etkisi vardı mutlaka. Zaten başka ülkücü tanıdığım da yoktu. Bir Çetin vardı bir de onun en yakın arkadaşları, Fatih ve Selâmi. Ha, bir de ortaokuldaki en yakın arkadaşım Remziye’nin üniversiteye giden Veysel abisi vardı. Veysel abinin, hepsi mavi şeffaf plastikle kaplanmış ve boy sırasına konmuş binlerce kitaptan oluşan kütüphanesini hiç unutmam.)      

Ne olursa olsun, fikirlerimin propagandasını yapmak gibi bir derdim yok fakat derslerde edebiyat ve felsefe öğretmenlerimizin sorduğu kışkırtıcı sorular karşısında provoke olmadan da duramıyorum.

Örneğin; bir edebiyat dersinde, huyumu ve eğilimlerimi anlayan öğretmenimiz, Nurhan Hanım, özellikle benim gözlerimin içine baka baka, dinin gericilik olduğunu kanıtlamaya çalışıyor. Heyecanla ayağa fırlıyorum ve aksini ispatlamaya çalışıyorum.

(O gün, geri dönülmez bir biçimde mimlendiğimi çok sonraları anladım.) 

Bu olaydan sonra, okulun –diğer sınıflardaki- ’solcu çetesi’ beni bir anda hedef tahtası yapıyor. 

(Bizim sınıftakiler siyasetle ilgilenmiyorlardı pek. İçlerinde en siyasi(!) bendim sanırım.)

Okuldan eve rahat gittiğim bir tek gün olmuyor. Sürekli taciz ediliyorum. Okulun aşırı solcu(!) erkekleri sokaklarda arkamdan ’’Faşist köpek!’’ diye bağırıyorlar. Kurt uluması taklitleri yapıyorlar.

Gemlik Lisesi’nin bütün solcuları benimle uğraşır olmuş. Çünkü, bir tek ben varım açığa çıkarılan, daha doğrusu mimlenen. Ha, bu arada karı-koca solcu edebiyat ve felsefe öğretmenlerimiz bizim sınıftan, benimle görüşme cesaretine sahip kızlardan biriyle haber gönderiyorlar ”Dilek bize katılsa onunla çok güzel şeyler yapardık.” diye.

Okulda ülkücü olduğunu bildiğimiz birkaç erkek öğrenci de var gerçi ama hiçbiri kendisini açığa vermiyor. Serpil, hepsini tanıyor. Geceleri duvarlara yazı yazmaya çıktıklarını bile biliyor. Ben Gemlik’in yabancısı sayıldığım için kimin ne yaptığından ya da neci olduğundan hiç haberim yok.

(Şimdi düşünüyorum da “İyi ki açığa çıkmamış o erkek öğrenciler!” diyorum. Kimlikleri bilinseydi kan gövdeyi götürürdü herhalde.)

Bana dayanışma gösterme cesaretine sahip tek kişi, en yakın arkadaşım Serpil

Bir Serpil bir de ben. İki deli kız.

(Serpil’in üstüne pek gitmiyorlardı. Çünkü o, hem doğma hem de büyüme Gemlikliydi ve en önemlisi de “sadece” Demirelciydi. Benimle arkadaşlığı kesmesi için müthiş baskı yapıyorlardı Serpil’e. Ama o, baskılara pabuç bırakanlardan olmadı hiçbir zaman.)

Şiddet uygulamaları beni inançlarımdan vazgeçirmiyor. Tam tersi, işi iyice inada bindirmeme ve militanlaşmama sebep oluyor.

Okuduğum kitaplar daha da keskinleşiyor. 

’’Madem ben de artık bir ‘ülkücü’ oldum(!), bu işin doktrinini de öğreneyim bari!’’ diyerek o güne kadar pek ilgilenmediğim  Alparslan Türkeş’in ’’Dokuz Işık’’ kitabını altını çize çize okumaya başlıyorum.

(Kitaptan aklımda hiçbir şey kalmasa da, (niyeyse) özel ilgi alanım olan “Dış Türkler” ile ilgili görüş ve önerilerini çok beğendiğimi hatırlıyorum. Çok emin değilim ama, “Kürtlerin karlı dağlarda kart kurt gezen Türkler” olduğunu da o kitapta okumuştum galiba. Benim algı dünyamda ve çevremde “Kürt sorunu” diye bir konu yoktu o zamanlar. Sadece vatanı Ruslara peşkeş çekmek isteyen komünistler ve bir de benim-bizim gibi vatansever ülkücü ve milliyetçiler vardı.)

Ardından, Çetin bana başka milliyetçi yazarların da kitaplarını getiriyor. Ders çalışmak yerine o kitapları okuyorum gece gündüz. Zaten öğretmenler dahil kimsenin taktığı yok dersleri. Ders kitapları sınavdan sınava açılıyor sadece.

Bir gün, son ders çıkışı, iki erkek, dört kız öğrenci sınıfımızı basıyor. 

Bütün öğrencileri zorla dışarı çıkarıyorlar. Kızlardan ikisi bana yardım etmesin diye Serpil’i sıkı sıkı tutuyorlar. Diğer ikisi beni duvara dayıyorlar, oğlanlar kapıda nöbet tutuyorlar. Biri boğazıma bıçak dayıyor, liderleri olan diğeri ‘’Dön köpek, yoksa gebertiriz!’’ diye bağırıyor. 

İnadına ve var gücümle ‘’Başbuğ Türkeş!’’ diye haykırıyorum. İlle onların inadına bir şeyler diyeceğim ya, Türkeş’in adından başka bir şey gelmiyor işte o an aklıma.

Ertesi gün okula, emekli astsubay olan babamın çekmecesinden yürüttüğüm, nasıl tutulacağını dahi bilmediğim tabancayla ve sustalı çakısıyla gidiyorum. 

Sırama, diğer öğrencilerin gözleri önünde çakıyla TTK (Tanrı Türkü Korusun) yazarak kabadayılık gösterisi yapıyorum.

Okul çıkışı, kızlı erkekli bir grup, ellerinde zincirlerle çevremi sarıyorlar ve beni kollarımdan tutarak okulun odunluğuna doğru sürüklüyorlar. Aklımı başıma almazsam ve vazgeçmezsem davamdan, öldürüp leşimi bodruma atacaklarını söylüyorlar. 

Tabii ki vazgeçmiyorum!

 “Hangi çılgınmış beni yolumdan çevirecek şaşarım!’’ diyerek güç vermeye çalışıyorum kendi kendime.

Öldürmüyorlar. Sanırım, beni kullanarak diğer öğrencilere göz dağı vermek ve güçlerini (!) göstermiş olmak yetiyor onlara.

Aklımca, inadına ve daha sıkı sarılıyorum “davaya”. Birşey yaptığım da yok aslında. 

Daha çok milliyetçi, daha çok dinî kitap okumaktan ve solcuların sahibi olduğu kitapçıdan Hürgün, o yoksa Orta Doğu gazeteleri almaktan başlında. Aslında, meraklı yaradılışımdan ötürü sadece ülkücülerin gazetesini değil, beraberinde Aydınlık ve Cumhuriyet de alıyorum. Bu gazeteler arasında karşılaştırmalı okumalar yapıyorum.

(Gülüp de kulunuzu gücendirmeyiniz lütfen. Ben o zamanlar bunları çok farklı fikirlerin gazeteleri sanıyordum.)

Daha sonları benimle uğraşmalarının Çetin’in ülkücülüğünden kaynaklandığını öğreniyorum. Benimle uğraşarak hem ona hem de Gemlik’teki diğer ülkücülere bir çeşit gözdağı veriyorlardı herhâlde… ya da belki de sadece devrimcilik oynayan çocukların güç gösterisiydi ne bileyim.

(Çetin, ülkücülerin kalesi olan Ankara Yüksek Teknik Öğretmen’de okuyordu ve beni görmek için on beş günde bir Gemlik’e geliyordu. Bize kök söktürenler ona hiç ilişmiyorlardı nedense.)

Bu arada, yine böyle çok üzerimize geldikleri günlerden birinde karakola gidip şikayet ediyoruz. Birkaç saat içinde bizi savcının karşısına çıkarıyorlar. Bir tarafta bize saldıranlar, bir tarafta da şikayetçi olarak ben, Serpil ve son günlerde “Ben de ülkücüyüm” diyerek bizimle takılmaya başlayan, başka sınıftan Hatice diye bir kız. Savcı, hepimizi birden haşlıyor. “Şu halinize bakın, bacak kadar boyunuzla memleket mi kurtaracaksınız siz. Çabuk evinize gidin, derslerinize çalışın, vatana millete faydalı insanlar olun. Bir daha karşıma çıkarsanız hepinizi hapse tıkarım. Yıkılın şimdi karşımdan.” diye kovalıyor bizi.

Bu arada, Hatice’nin annesinin Bursa’daki ülkü ocaklarına gidip “Bu kızları koruyun, solcular öldürecek onları.” dediğini, oradaki büyük abilerinse “Gemlik Dev-Sol’un kalesi, biz giremiyoruz içeri. Buraya gelirlerse koruruz.” dediklerini öğreniyoruz Hatice’den.

Ha, bir de hemen arkamızdaki sırada oturan, bizden birkaç yaş büyük Alaaddin vardı. Nurcuydu. Sıranın altında sürekli dini kitaplar okurdu. Kimse yokken Serpil’le bana “Ben de sizdenim.” derdi ama okulun kabadayıları tekmelerle sınıfın kapılarını açıp içeri daldıklarında ve bize saldırdıklarında çıt çıkarmaz, hemen arazi olurdu.

Her neyse, hepimiz çocuğuz nihayetinde. “Vatan kurtarmacılık” oynuyoruz(!) kendi çapımızda.

***

Zaman: 12 Eylül’e daha da az kala.

Mekan: Gemlik-İzmir-Ankara

Lise bitmek üzere.

Okul müdürünün babamı çağırıp da ’’Ne yaparsanız yapın ama bu kızı okuldan alın, yoksa öldürecekler.’’ demesiyle liseyi rapor alıp bir ay erken bitirmek zorunda kalıyorum.

Babam, üniversite sınavlarına girmeme izin vermiyor. ’’Üniversiteden senin ancak ölün çıkar.’’  diyerek başvuru kağıtlarımı yırtıyor.

(İlk tercihim Astronomi, ikinci tercihim İlahiyat’tı.)

***

O yaz, Çetin’le evleniyorum ve Ankara’ya gelin gidiyorum. Düğünümüz Karşıyaka’da (İzmir) oluyor. Nikah defterine imzayı annem atıyor çünkü benim yaşım tutmuyor.

Kader bu ya, Ankara’da da ülkücü şiddetinin ne menem birşey olduğunu öğreniyorum.

Bir akşam, Mebusevler’deki evimizden, Beşevler’deki akrabalarımıza kestirme yoldan gitmek için geçtiğimiz ıssız tepede, kasketli iki adam yanaşıyor yanımıza ve aniden benim böğrüme bıçak, Çetin’e de tabanca dayayarak kimlik kontrolü yapıyorlar.

Çetin bunları bir kenara çekip konuşuyor. Bizim de ülkücü olduğumuzu falan söylüyor. Özür diliyorlar ama nafile; benim için çok geç artık.

Yere çöküyorum ve avazım çıktığı kadar bağırıyorum. Gözyaşlarımdan boğulmak üzereyim. “Ben sizler için mi ölümlerden döndüm. Sizin davanız eşkiyalar gibi yol kesip, kadınların böğrüne bıçak dayamak, silahsız insanları silahla tehdit etmek miydi?” diye feryat figanım.  

Ülkücü zorbaları başımızdan savan Çetin, çaresizcesine sakinleştirmeye çalışıyor beni ama bu sefer de ona sarıyorum ve “Bunlar mıydı senin “dava” arkadaşların diye haykırıyorum. 

(Neyse, üzerinden yıllar geçmesine rağmen daraldım anlatırken.)

Bu olayların ardından Ayvalık vurgunu geliyor.

Zaman: 12 Eylül için artık gün sayıyoruz ama hiçbirimiz farkında değiliz bunun.

Mekan: Ayvalık sahili.

Akrabalarımız ile beraber beraber, çoluk çocuk sahilde dolaşırken bir kaç “ülkücügenç zorla satmaya çalıştıkları gazetelerini satmak için ısrar edince ’’Yanımızda aile var. Saygılı olun biraz.’’ diye uyaran Çetin ve Nejdet’e tekme-tokat dalıyorlar, bizimkiler de onlara tabii ki. Ortalık bir anda toz duman oluyor.

Bütün bunlar olup biterken beynimde sürekli yankılanan tek bir soru var:

”Uğruna ölümlere gidip geldiğim fikirleri bu insanlar mı temsil ediyorlar?”

Bu olaydan sadece bir kaç gün sonra 12 Eylül geliyor.

Zaman da mekan da yok oluyor. Her şey duruyor. 

Önü, arkası, sağı, solu bizim gibi “çocukların” kanlı cesetleriyle dolu.

Oyun bitiyor.

(Darbeden birkaç yıl sonra, lise yıllarında Serpil’le bana okulun son senesini zehir eden öğrencilerin elebaşlarının sağ tarafa geçtiğini ve kendilerini dine verdiklerini öğrendim.)

***

Zaman: PKK terörünün başlangıcı.

Mekan: Hakkari – Yüksekova. Subay lojmanları.

Durum: Üniversite öğrencisiyim. Bir yandan kızımı büyütüyorum, bir yandan üniversite eğitimimi sürdürüyorum. Aynı zamanda da asker eşiyim.

Olay: Yeni ve uzun vadeli bir oyun başlıyor. PKK, ilk kurşunlarını atıyor.

Yaz tatilini fırsat bilip on sekiz aylık kızımla beraber, asteğmen olarak vatani görevini yapan Çetin’in yanına gidiyoruz. Subay lojmanlarında kalıyoruz. En sevdiğim şey Yüksekova çarşısına çıkmak ve esnafla sohbet etmek. Tek başıma değil tabii. Ailecek. Çetin, çarşı esnafından ahbaplar edinmiş. Onların dükkanlarına gidip çay kahve içiyoruz, sohbet ediyoruz.

Gün geliyor, Çetin’in taburun sağlık ekibiyle beraber yayladaki köylülerin sağlık kontrolü için dağa çıkacağını öğreniyorum ve kızımı da alıp peşlerine takılıyorum. Kâh katır sırtında kâh yayan, Sarp dağlarına tırmanıyoruz. Geceleri göçerlerin çadırlarındaki yan yana dizilmiş şiltelerde otuz-kırk kişi bir arada, uyuyoruz.

Dağdaki Kürt kadınlarıyla arkadaş oluyorum. Hiçbiri Türkçe bilmiyor ama askerde Türkçe öğrenen oğullarının tercümanlığıyla gayet güzel anlaşıyoruz. Yemyeşil gözlü hamile bir Kürt kadınıyla birbirimizi o kadar seviyoruz ki doğacak çocuğunun adını Dilek koyacağını söylüyor.

Tabura döndükten birkaç gün sonra, bir gece aniden bizim de kaldığımız lojmanlar kalaşnikoflarla taranıyor. Çetin, kızımla beni yatağın altına saklıyor ve kendisi evden fırlayıp geceye karışıyor.

Gecenin sabahına üç şehidimiz geliyor Şemdinli’den.

Yöre halkı şaşkın, biz şaşkınız. Neye uğradığımızı anlayamıyoruz. Beni ve kızımı helikopterle Van’a, oradan da uçakla İzmir’e yolluyorlar apar topar. Babamızı vatanı korumak üzere Yüksekova’da bırakıyoruz. Bir daha görüp göremeyeceğimizi hiç bilemiyoruz. 

Yeni bir oyun konmuştu artık sahneye. Hem de bitmek bilmeyen bir oyun.

***

Kıssadan hisse: Birileri, ha bire çeşit çeşit oyunlar oynuyor topraklarımızda.

Ve hiçbirimiz bu kanlı oyunların irili ufaklı piyonları olmaktan öteye gidemiyoruz.

Dolayısıyla şiddetin her türlüsüne karşı bilinçli ve kesin bir tavır almaktan, savaş çığırtkanlarına karşı uyanık olmaktan başka çaremiz yok. Piyon olmaktan ancak bu şekilde kurtulabileceğimize inanıyorum.

Özellikle gençlere, şiddetin hiçbir şeyi çözmediğini tam tersine haklı davaları bile haksız konuma düşürdüğünü anlatmak biraz olsun vicdan sahibi olan HERKESİN boynunun borcu olmalı.

Zira harcanan hep “gençlik”” oluyor!

NOT: Bu yazı, 5 Kasım 2004 ve 12 Eylül 2006 tarihlerinde İnternethaber sitesinde yayımlandı. Ufak tefek düzeltmeler ve eklemeler yaptım. Zamanım oldukça, yazının yayımlandığı tarihte yapılan okuyucu yorumlarını da ekleyeceğim ki aradan geçen yıllar içinde düşünce iklimimizde neler değişip değişmediğini daha iyi görelim.

Sonraki İçerikSANSÜRCÜ VE JURNALCİ ZİHNİYET!
Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümü mezunu. Gazeteciliğe 1987 yılında Karacan yayınlarında stajyer muhabir olarak başladı. İlk haber ve söyleşileri, Kadın, Sanat Olayı, Kapital gibi dergilerde yayımlandı. Hiçbir zaman kopamadığı çocukluk hayali olan gazeteciliğe, 90’lı yıllarda ikamet ettiği İsveç’te Türkçe ve İsveççe haber-söyleşi ve köşe yazılarıyla devam etti. 1998 yılında, bir yandan İsveç'teki Türkçe konuşan göçmenlere yönelik haber-söyleşi dergisi Prizma'yı çıkarırken bir yandan da Dördüncü Kuvvet Medya sitesinde İsveç ve Türkiye gündemi ile ilgili yazılar yazmaya başladı. Prizma dergisi, 2000 yılında, Mısır, İran ve Suriyeli gazetecilerle yaptığı işbirliği sonucu Türkçe-Arapça ve Farsça olmak üzere üç dilde çıkmaya başladı. İlk kitabı, Dorothe Simon ile birlikte yazdığı “Lagom Svenskt” 2000 yılında İsveç’te; ikinci kitabı “Kır Zincirlerini Mavi Marmara” ise 2011 yılında Türkiye’de yayımlandı. Şu sıralar, elindeki yarım kitap projelerini bitirme ve eski çalışmalarını dijital ortama taşıma telaşında.

2 YORUMLAR

  1. Dilekcim
    Başka şehirlerde, başka okullarda,başka durumlarda benzerlerini yaşadığımız olaylar dehşetle gözümde canlandı.
    Ne kadar masumduk,idealisttik.Çocuktuk!
    12 eylülde bir anda çocukluğumuz bitti .Bir gecede yaşlandık.

    Çok güzel anlatmışsın.Kalemine sağlık.

    • Aliye’ciğim, çok teşekkür ederim. Tam da bunu anlatmaya çalışmıştım.
      Oyunlar hep gençler üzerinden oynanıyor, hep gençler kışkırtılıyor. Olan onlara oluyor.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz