Şubat 2014  | Dilek Yaraş:

“SAMANYOLU TV’de yayınlanan ‘Şefkat Tepe’ dizisindeki ‘kurul konuşmaları’ önemlidir. Yayınlayan kanal ve konuşmalar açısından… Bu diziler haber kadar etkilidir. Üniversitelerde ders konusudur. Siyasî konuların işlendiği televizyon dizileri bir mesaj aracıdır…”

Ben demiyorum bunları, Gülen Cemaati’nin vitrin isimlerinden, gazeteci Faruk Mercan’ın 17 Kasım akşamı Twitter sayfasında yazdığı cümleleri alıntıladım sadece. (Mercan’ın bu görüşlerine sonuna kadar katılıyorum. Hele hele Samanyolu gibi baştan aşağı “mesaj” olan bir kanal söz konusuysa, bu görüşlere katılmayanı döverler.)

Biliyorsunuz, o günlerdeki başlıca gündem konumuz “dershane” meselesiydi. O akşam da Twitter ortamında STV’nin yayınladığı ve bazı internet sitelerine haber olan Şefkat Tepe adlı dizi tartışılıyordu. İnternet siteleri, dizinin her bölümünde olan ve gündemle ilgili siyasî mesajların verildiği “Karanlık Kurul” sahnesinde “AK Parti’ye ve iktidara yakın bazı gazetecilere ağır gönderme ve suçlamalar var” diye haber yapmışlardı.

“KARANLIK KURUL” DİYALOGLARI

Dershane tartışmalarının kıyasıya sürdüğü o günlerde yayınlanan Şefkat Tepe dizisinin “Karanlık Kurul” diyaloglarından açıkça yapılan göndermeler ve mesajlar şöyleydi:

Karanlık şahıs 1: “Malum hedefimiz, önderi mutlaka dışarı çıkarmak ve eş başkan yapıp, özerkleşecek bölgeye meşruiyet kazandırmak… ‘Bebek katili’, ardından ‘terörist başı’, şimdilerde ‘sayın’, yakın gelecekte de ‘başkan’ diye hitap edilecek… Nereden nereye?”

Karanlık lider: “Beyler! Bölgeyi yeniden yapılandırmak için ülkeyi süresiz kaos ortamına sürüklemeliyiz. Camia ile siyasîler dershane üzerinden boğaz boğaza gelirken, bizler süratle ülkeyi şehir devletlerine böldük. Yapılanma, eğitime destek evleri adı altında CCK kanalıyla da hızla tamamlanıyor. Anadolu diken tarlasına dönecek… Hedef, ‘Yeter artık! Bu terör bitsin de ne olursa olsun’ sözünü kitlelere ve siyasetçilere söyletmek. O dershanelerin kapatılması, hem Camia’ya, hem de devlete büyük darbe olacaktır.”

Karanlık şahıs 2: “Sıra, Camia’nın diğer faaliyetlerini de bitirecek fitnelerde. Camia’nın bitmesi ile bu topraklar, diyalogun, hoşgörünün, beraber yaşamanın değil, kavganın, çatışmanın olduğu, kaos planlarının kolayca devreye konulacağı bir ülke olacak.”

STV izleyicileri bilir, Karanlık Kurul sahnesi, dizi boyunca birkaç kez görünür ve gündeme dair mesajlar verilir. Bölüm sonunda ise altın vuruş yapılır.

İzlemeyenler için küçük bir tasvir: Bu Karanlık Kurul’da, Türkiye’nin kaderini belirleyen bir heyet oturmaktadır. Heyettekilerin yüzlerini görmeyiz. Herkesin yüzü karanlıktadır. Odanın dizaynından, bunun masonlara, hatta İllimunati örgütüne ait bir oda olduğunu anlarız. Liderleri olan adamın Türkçesi aksanlıdır. Oradan anlarız ki bu adam yabancıdır. Diğerleri ise onun emrinde ve ona “Efendim” diye hitap eden “içimizdeki” işbirlikçilerdir.

İşin ilginç yanı, aynı Karanlık Kurul, STV’nin Tek Türkiye ve Kollama adlı dizilerinde de kullanılıyordu. Yani bir defaya mahsus olmak üzere çekilen bu sahne, üç dizide de yeri geldikçe devreye giriyor ve görüntünün üzerine döşenen yeni diyaloglarla gündeme dair mesajlar veriyor.

Şunu da belirtmeden geçmek olmaz: Dershane tartışmalarının olduğu o günlerde, STV’nin bütün programlarında “dershaneler” konusu işleniyordu. Örneğin ilgiyle izlenen Küçük Gelin adlı dizisinde, hiç yeri değilken ve gerek de yokken, karakterlerden birinin dershaneye gitmediği için terörist olup dağa çıktığı, eğer dershaneye gidebilseydi okuyup adam olacağı anlatılıyordu.

Eh, durum böyle olunca, Faruk Mercan’ın Twitter mesajlarında bahsettiği gibi, gündemle paralel giden Şefkat Tepe adlı dizide böyle bir sahne olmaması, eşyanın tabiatına aykırı olurdu.

TEK TÜRKİYE VE KOLLAMA

Birkaç yıl önce hakkında türlü iddialar duyduğum ama bunları spekülasyon olarak görüp itibar etmediğim Fethullah Gülen -ve cemaatinin- hakkında biraz daha fikir edinmek, dünyaya bakışlarını anlamak için STV’yi yakın takibe aldım. Uzun bir süre, bir yandan haber bültenlerindeki “Ergenekon Davası” sunumlarını, bir yandan da hiç aksatmadan ülke gündemine dair damardan verdiği mesajlarla algı oluşturan “Tek Türkiye” ve “Kollama” dizilerini takip ediyordum. (Birkaç yıllık mazisi olan Samanyolu TV uzmanlığımla (!) bu kanalın, “dershane” ve “yolsuzluk operasyonları” ile ilgili haberleri, Ergenekon haberleri ile aynı tonlama ve üslupla sunduğunu söyleyebilirim.)

“Tek Türkiye” dizisi, Kürt sorunu, PKK, JİTEM, Hizbullah gibi konuları işlerken, “Kollama” dizisi de ağırlıklı olarak devletin ve polisin içindeki Ergenekon yapılanmasını işliyordu. Konuları itibariyle son derece geçişken olan bu iki diziyi rahatlıkla ortak tahlil edebiliriz. Birincisi doğunun kırsallarında geçiyor, ikincisi ise İstanbul’u merkez alıyordu.

Bu arada parantez içinde küçük bir anekdot anlatayım: Mavi Marmara araştırması için Doğu ve Güneydoğu Anadolu’ya gittiğimde birçok kişiye “Tek Türkiye” hakkında ne düşündüklerini sormuştum. Çoğunluk hiç memnun değildi. Çünkü Kürtleri kötü ve cahil gösterdiğini düşünüyorlardı.

Benim izlenimlerime göre her iki dizide de “vatanseverlik” çok önemliydi. “Başat konuları vatanseverler ile vatan hainlerinin mücadelesiydi” de diyebiliriz.

Şefkat Tepe’nin sadece birkaç bölümüne yarım yamalak baktığım için, onunla ilgili fazla bir şey söyleyemem, ama Tek Türkiye ve Kollama dizisindeki Karanlık Kurul diyaloglarını izlerken, Cemaat’in ABD ve İsrail ile işbirliği yaptığına dair iddiaların iftiradan ibaret olduğunu düşünüyordum. Dış güçlerin Türkiye üzerindeki oyunlarını deşifre eden (!) diziler başka türlü olabilir miydi?

Her iki dizide de bulduğum (bence) en önemli kusur, iyi niyetli, namuslu, dürüst vatan evlatlarının her işi ellerine yüzlerine bulaştırmaları, akıl almaz hatalar yapmaları ve üç kazanıyorlarsa beş kaybetmeleriydi. Kötü adamlar ise, cezalarını bulsalar bile hacıyatmaz gibi ayakta kalıyor ve üç kaybederken beş kazanıyorlardı. O kadar ki, insan umutsuzluğa kapılıp “Bunlarla baş edilmez” diyordu. (Bu sezon, adını andığım dizilerle karşılaştırma amacıyla Kurtlar Vadisi’ni de takibe aldım. Şimdiden söyleyebilirim ki Kurtlar Vadisi, bu kadar umutsuzluk duygusu vermiyor. Şiddet oranıysa üç aşağı beş yukarı hepsinde aynı seviyede.)

Tek Türkiye’de -bütün bunlara ilave olarak- kurtuluşun ancak ermişlerin, dervişlerin işe el atmasıyla mümkün olabileceği mesajı vardı. Düşmanlar o kadar akıllı ve güçlüydüler ki koskoca Türk ordusunu, kolluk kuvvetlerini alt ediyorlardı. Neyse ki bir ermiş devreye giriyordu da filmin başrolündeki bütün “iyi” kahramanların yok olmasını engelliyordu.

MEHMET HABERAL VE YALÇIN KÜÇÜK’E KARAKTER SUİKASTİ

Her iki dizinin en önemli ortak yanlarından biri de çeşitli siyasî şahsiyetleri (o kişilerin birebir benzeri tiplemelerle) karikatürize etmesiydi. Karikatürize ne demek? Ciddi ciddi “karakter suikasti” yapmak demek.

Sadık bir “Tek Türkiye” ve “Kollama” dizisi izleyicisiyseniz, Yalçın Küçük ve Mehmet Haberal’dan nefret etmemeniz imkânsız. Örneğin Kollama’da yer alan Haberal figürü, cumhurbaşkanı olma vaadiyle kandırılan bir Ergenekon kuklasıydı. Özel hastahanesi, hem Ergenekon’un her türlü pisliğine mekân oluyordu, hem de organ ticaretini kolaylaştırıyordu. Evet evet, yanlış okumadınız; Mehmet Haberal, hem insan, hem de organ ticareti yapan bir çetenin lideri olarak tasvir ediliyordu. Bu çetenin elemanları, kaçak mültecileri meskûn yerlerdeki muşambalardan yapılmış pis çadırlarda, en ilkel koşullarda kesip biçiyorlar ve iç organlarını zengin müşterilerine satıyorlardı.

Her iki dizide de yer alan Yalçın Küçük figürü ise, Ergenekon’un hitabet yeteneğinden yararlandığı, güçlü kim ise ona dalkavukluk yapan, müthiş korkak ve aşağılık bir karakterdi.

Diğer figürleri de anlatıp başınızı ağrıtmak istemiyorum. Bu iki örnek, algı operasyonunun nasıl yapıldığı hakkında biraz fikir veriyor herhalde.

DİZİLERDEKİ TİPLEMELER NE KADAR GERÇEK?

Haberal ve Küçük’ün bu dizilerde böylesine kötülendiğini görünce, dizideki tiplemelerin gerçekle ne kadar alakası olabileceğini merak ettim. Çok güvendiğim deneyimli gazeteci arkadaşlarıma Haberal’ın organ kaçakçılığı gibi işler yapıp yapmayacağını, böyle bir duyumları olup olmadığını sordum. Aldığım cevapsa “Yok daha neler?! Darbeci olabilir, ama organ mafyası iddiası çok saçma!” oldu.

Merak bu ya, Ergenekon dosyalarında da küçük bir araştırma yaptım ki hani organ mafyası ile ilgili en ufak bir suçlama bulabilir miyim diye, yoktu… Şimdi bana “Saf mısın? O bir dizi, gerçekle birebir örtüşmesi şart değil” diyebilirsiniz tabiî. Ama ben de size, “İyi de o dizi karakterinin ‘gerçek hayattaki’, hem de Ergenekon’dan tutuklanmış insanların en belirgin özellikleriyle birebir örtüşmesi normal mi?” diye sorarım o zaman.

Siz bu soruya ne cevap verirsiniz bilemiyorum, ama bence hiç normal değil. Hatta adıyla sanıyla tam bir “algı oluşturma operasyonu” diyebiliriz buna. Hele bizimki gibi, Kurtlar Vadisi’nin Polat Alemdar’ı rol icabı öldüğünde gazetelere başsağlığı veren ve yas tutan bir millet söz konusuysa…

Bu arada her iki dizide de çok belirgin bir figür olan Yalçın Küçük hakkında da ufak bir araştırma yaptım. Küçük’ün çok eskiden bir iki kitabını okumuş ama unutmuştum. Aklımda, son zamanlardaki TV programlarında tanık olduğum Kemalist söylemleri ve bir de Roj TV’nin eski versiyonu Med TV’de yaptığı programda, telefonla yayına bağlanan Abdullah Öcalan’a ceketini ilikleyerek “Başkanım” diye hitap ettiği kalmıştı. Dolayısıyla fikirleri hakkında tam bir fikrim yoktu.

Her neyse, sırf onun fikir dünyasına girebilmek için (tuğla gibi kalın) iki üç kitabını okudum. Bu kitaplarda -algıda seçicilikten midir, nedir?- en ilgimi çeken şey, Küçük’ün, Siyonizmi en net ve en keskin şekilde eleştiren bir yazar olduğuydu. Örneğin, “Türkiye’de antisemitizm yoktur, semitizm vardır” diyecek kadar ileri giden bir yazardı Küçük.

ALGI OPERASYONLARININ SONUÇLARI

Bizler, çeşitli diziler ve operasyonel haberler ve hipnotik konuşmalarla uyutulur, algılarımız da her yönden gelen operasyonlarla sersemlerken giderek keskinleşen kamplara ayrılıyorduk. Herkes için “kendi insanı” masum, diğeri suçluydu. Daha da vahimi, kendi durdukları taraf “vatansever”, karşı taraf ise “vatan haini” idi. Kimin ne olduğunu, nereye hizmet ettiğini anlamak, her babayiğidin harcı değildi. Bu ortamda hakkaniyetli bir kanaate varmaya çalışmak ve doğru ile yanlışı ayırmak, dünyanın en zor işlerinden biri haline geliyordu.

Uzatmayayım… Bizler, yani bu işlerin içinde olmayan sıradan insanlar, heyecanlı bir aksiyon filmi gibi izlediğimiz haberler akıp giderken, olan biteni anlamlandırmakta zorlanıyorduk. Sersemlemiş algılarımızla gerçek ile yalanı birbirinden ayırt etmeye çalışırken, (ekranlardan) insanların oluk oluk tutuklandığına ve hapse atıldığına şahit oluyorduk. Torba tutuklamalarda suçsuz insanların da içeri atıldığı, süregiden davalarda çeşitli usulsüzlükler olduğu giderek belirginleşen, katı bir gerçeklik olarak çıkıyordu karşımıza.

En nihayetinde Türk Silahlı Kuvvetleri’ne “terör örgütü”, Genelkurmay Başkanı’na ise “terör örgütü lideri” suçlaması yapılan günlere geldik sessiz sedasız… Evet, sessiz sedasız… Çünkü işin içindekiler hariç, toplumun tepki verme melekeleri dumura uğramıştı.

Öyle dumur vaziyetlerde haberlerle dizileri, gerçeklerle yalanları birbirine karıştırırken, tüm Türkiye’nin ve Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’nın “terörist destekçisi” ilan edilmeye çalışıldığı günlere geldik. Hâlâ “Gerçek ne yana düşer usta, yalan ne yana?” diyoruz… Bu kadarı hiçbir dizide yoktu…

Not: Cemaat’in kanalında “insan ve organ taciri” olarak karakterize edilen Mehmet Haberal, hapisten çıktıktan sonra Cemaat’in ileri gelenleriyle (basına da yansıyan) görüşmeler yapmıştı. Ayrıca içinde CHP ve Cemaat’in de yer alacağı yeni bir koalisyon hükümeti oluşturulmaya çalışıldığı ve bu hükümetin başına Haberal’ın getirileceğine dair iddialar da var. Samanyolu TV’nin “gündeme paralel” yeni dizilerini izlemek lazım.

Önceki İçerikGezi Olaylarında Soros Faktörü
Sonraki İçerikBen Başkan Olsaydım
Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümü mezunu. Gazeteciliğe 1987 yılında Karacan yayınlarında stajyer muhabir olarak başladı. İlk haber ve söyleşileri, Kadın, Sanat Olayı, Kapital gibi dergilerde yayımlandı. Hiçbir zaman kopamadığı çocukluk hayali olan gazeteciliğe, 90’lı yıllarda ikamet ettiği İsveç’te Türkçe ve İsveççe haber-söyleşi ve köşe yazılarıyla devam etti. 1998 yılında, bir yandan İsveç'teki Türkçe konuşan göçmenlere yönelik haber-söyleşi dergisi Prizma'yı çıkarırken bir yandan da Dördüncü Kuvvet Medya sitesinde İsveç ve Türkiye gündemi ile ilgili yazılar yazmaya başladı. Prizma dergisi, 2000 yılında, Mısır, İran ve Suriyeli gazetecilerle yaptığı işbirliği sonucu Türkçe-Arapça ve Farsça olmak üzere üç dilde çıkmaya başladı. İlk kitabı, Dorothe Simon ile birlikte yazdığı “Lagom Svenskt” 2000 yılında İsveç’te; ikinci kitabı “Kır Zincirlerini Mavi Marmara” ise 2011 yılında Türkiye’de yayımlandı. Şu sıralar, elindeki yarım kitap projelerini bitirme ve eski çalışmalarını dijital ortama taşıma telaşında.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz