Bazıları içine doğdukları görünmez çemberi hiç farketmez ya da sorgulamazken bazıları da hayatlarını tüm çemberleri kırmaya adarlar. Sürekli didişirler… Hem kendileriyle, hem hayatla.

Bu, bazen ömrünü adadığı işini değiştirmek olur, bazen eşini, bazen de çevresini ya da tüm bir yaşam biçimini.

Her kırılan çemberin ardından insanın ayaklarını yerden kesen bir özgürlük duygusu gelir.

Sadece özgürlük duygusu da değil… İnsan, bir anlığına bile olsa hayatın iplerinin kendi elinde olduğunu hisseder kuvvetle.

O yeni kırdığı çember öyle bir sarhoş eder ki onu, sonsuzluğa ve sınırsızlığa açılan kapıyı gördüğünü sanır. Bir adım daha atsa o sınırların olmadığı boyuta geçiverecektir sanki.

Öyle kurtulmuş, öyle özgür, öyle esrik ….

Ne de olsa, yeni bir dünya, yeni bir hayat kurmuştur artık.

Oysa tam da bu esriklik halinde iken, tam da bu nedenden ötürü yeni bir çember örmeye başlar etrafında. Tıpkı tırtılın kozasını ördüğü gibi. Usul usul… Farkına bile varmadan…

Zaman akıp gider ve o, hayretle eskisinden daha da kalın yeni bir çemberle kuşatıldığını farkeder günün birinde.

Kuşatılmak ne kelime, bu yeni çember tarafından esir alındığını görür dehşetle.

Hayatının ve düşlerinin efendisi sanırken kendini, yeniden kuşatıldığının ayırdına varmak oldukça sarsıcı bir deneyimdir.

Kimisi kapana kısılır ve bir daha çıkamaz oradan.

Bu yeni esaret çemberinden çıkmak eskisinden de zordur ve daha fazla güç ister zira…

Rahatlık alanına sığınmak her zaman için daha kolay gelir insana, hele bir de yorgun düşmüşse… Hayatın, sürekli kırılması gereken bir dizi çemberden oluştuğunu, tırtıllıktan çıkıp kelebek olmak için önce koza örmek sonra da onu kırmak gerektiğinin farkında değilse…

Kimisi de yeni bir özgürlük mücadelesine başlar.

Bu mücadele esnasında idrak eder düşlerinin efendisi olmanın hiç de kolay olmadığını. Gerçekleşen her düşün bir süre sonra sıradanlaştığını ve yerini daha da ulaşılmaz yeni düşlere bıraktığını.

Ulaşılan her düşün, peşinden yeni ve ulaşılması daha da zor bir düşü sürüklediğini farketmek zordur… Geride düşleri gerçekleştirme mücadelesiyle geçen yorgun bir ömür varsa elde edilen düşün rahatlık alanına sığınıp dingin bir hayat geçirmek arzusu en yılmaz özgürlük savaşçılarını bile cezbeder bazen.

O rahatlık alanında kalıp kalmamak belirler zaten insanın gerçek bir özgürlük savaşçısı olup olmadığını.

Özgürlük savaşçısının prangalı bir esire dönüşmesi ise an meselesidir.

Hiç uyumamalıdır özgürlük savaşçısı. Hiç korkmamalıdır. Belirsizliklerin insanı deliliğe sürükleyen kuruntularından arınmış ve hayatın bir belirsizlikler dizgesi olduğunu keşfetmiş olmalıdır.

Belirliliğin peşinde koşmak, hayatı kontrol edebileceğini sanmak büyük bir yanılsamadan başka nedir ki…

Hayata karşı değil onunla birlikte kürek çekerek var olabilir ancak insan.

Hayata direnmemek ve ona teslim olmak, çelişkili görünse de en büyük direniştir aslında.

İnsanlar direniş deyince hayatla mücadeleyi düşünürler genellikle. Asıl direnişin kendimizle yaptığımız mücadele olduğunu görmezler pek. Hayatla mücadeleyi bıraktığımız anda başlarız ancak kendimizle olan mücadeleye…

Kendimizi kendimizden kurtarmak isteriz adeta.

Kendimiz dediğimiz de nedir ki korkulardan, endişelerden, başkalarının bize dayattığı şartlanmalardan başka…

Kaçımız özünü ifade edebiliyor ki…. Daha doğrusu kaçımız özümüzün farkındayız…

Ruhunun izini süren özgürlük savaşçılarından başka….

Esir ruh yoktur oysa. Sadece ve sadece onu dar kalıplara tutsak eden insan vardır. Bunun farkında olan özgürlük savaşçısı bilir ruhunun izini sürmekten asla vazgeçmemesi gerektiğini.

Esaretin her türlüsü kötüdür. İster kendisi yaratsın insan, ister başkaları. O en sevilen, uğruna en mücadele edilen düşler bile bizi sınırlayan, ilerlememizi engelleyen bir çember haline gelmişse kururlar ve kuruturlar.

Düşlerimiz özümüzle uyum içinde olduğu sürece özgürüzdür ancak. Özden gelmeyen, egomuzun bize dayattığı düşler bir süre sonra bizi esir eden çemberler haline gelirler mutlaka.

Ruhumuzun sesiyle uyum içinde olan düşler de gün gelir sıradanlaşırlar ve yenilerine yol açmak isterler gerçi ama onlar insanı esir alan bir çember değil tırtılın kelebeğe dönüşmesini sağlayan kozalardır.

Özgürlük savaşçısı olmayı seçtiyseniz baştan kabul edersiniz, gerçek özgürlüğün sürekli bir koza örmek ve kozadan çıkarak kelebek olma eylemi olduğunu. Ancak ve ancak durduğunuzda esir düşeceğinizi.

***

YORUMLAR:

Bu rahatlıkmalanının hiç farkında değiliz çogu zaman rahatımız kaçmasın diye hayatımızı değiştirmeyi bile göze alamayız dertlere rağman eski hayatımızda kalırız neden çünkü bir tür rahatlıktır değiştirmemek bildik dertler bildik kötü eş bildik çözümler ne fena aslında ne büyük eziyet hem kendimize hemde rahatımız için kullandığımız her şeye bunu anladığımda değişim başladı bende anlmam içinde şu soruyu sordum kendime ben evlenmek istediğim halde bir türlü evet diyemiyordum korkuyordum dedimki evlenince kim olmaktan korkuyorum ?Aklıma mutsuz kadınlar annem teyzem vs geldi inanmışımki bekarlık sultanlık ve özgürlük evlenirsem uyum zorluğu yaşarım rahatım kaçar şimdi bütün bunları değiştirdim içimde gülümseyen birini hisetim /özgen 21 Ağustos 2009 Saat:11:04:47 (Kuraldışı)

Merhaba Dilek,

Müthiş bir keyifle iki kere üst üste okudum yazını, çok güzeldi ve birbirine paralel birçok duyguyu yaşattı bana. Her “yeter artık hiç bitmeyecek mi bu mücadele” dediğim yorgun karanlık dönemlerin arkasından müthiş bir aydınlık içerisinde daha güclü ve daha dimdik uyandığım zamanları hatırlattı. Yüreğine ve kalemine sağlık, iyi ki varsın…. Nihal A. 05 Nisan 2007 Saat:12:30:00 (Kuraldışı)

Sevgili Dilek cim,
zaten çok güzel şeylere öncülük eden Kuraldışı senin gibi bir insanı bünyesine katmakla ne iyi etti.Seninle Kinesiyoloji eğitiminde beraber olacağım için çok seviniyorum.İyiki varsın…
Sevgiyle kal Eda Kuşçu 12 Şubat 2007 Saat:14:47:00 (Kuraldışı)

Hayatı bır kelebek tadında yasayan herkese selam Ben de varım! /Basak Tecer 26 Ocak 2007 Saat:01:12:00 (Kuraldışı)

Önceki İçerikBen Başkan Olsaydım
Sonraki İçerikTeslimiyet
Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümü mezunu. Gazeteciliğe 1987 yılında Karacan yayınlarında stajyer muhabir olarak başladı. İlk haber ve söyleşileri, Kadın, Sanat Olayı, Kapital gibi dergilerde yayımlandı. Hiçbir zaman kopamadığı çocukluk hayali olan gazeteciliğe, 90’lı yıllarda ikamet ettiği İsveç’te Türkçe ve İsveççe haber-söyleşi ve köşe yazılarıyla devam etti. 1998 yılında, bir yandan İsveç'teki Türkçe konuşan göçmenlere yönelik haber-söyleşi dergisi Prizma'yı çıkarırken bir yandan da Dördüncü Kuvvet Medya sitesinde İsveç ve Türkiye gündemi ile ilgili yazılar yazmaya başladı. Prizma dergisi, 2000 yılında, Mısır, İran ve Suriyeli gazetecilerle yaptığı işbirliği sonucu Türkçe-Arapça ve Farsça olmak üzere üç dilde çıkmaya başladı. İlk kitabı, Dorothe Simon ile birlikte yazdığı “Lagom Svenskt” 2000 yılında İsveç’te; ikinci kitabı “Kır Zincirlerini Mavi Marmara” ise 2011 yılında Türkiye’de yayımlandı. Şu sıralar, elindeki yarım kitap projelerini bitirme ve eski çalışmalarını dijital ortama taşıma telaşında.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz